Sevgili Türkiye’mizin bugünkü durumuna,  “uçurumun kenarındaki Türkiye”  diye bakmalıyız. Ne demek istiyoruz? Açıklayalım:

Bunun için on yılın özetine bakalım. 2002’de PKK yenilmiş ve dağıtılmıştı. Ama, 2003’ten itibaren, etnisiteyi siyasallaştırma düzenlemeleri başlatıldı. Bu dönemde toparlanan PKK, 2004’te terörü başlattı. Siyasi iktidar terörü önleme ve akan kanı durdurma adı altında, PKK ile gizli görüşmeleri başlattı. Görüşmelerde nelerin konuşulduğunu, PKK ve dünya alem biliyor, ama Türk Milleti bilmiyordu. Bazen kamuoyuna bazı bilgiler sızdığında da iktidar bunu şiddetle ve hakaret dolu sözlerle inkar ediyordu. 

Ama bildiğimiz ve gördüğümüz şuydu: Yedi yıl önce başlayan bu görüşmelerin her defasında PKK daha da azgınlaşmış, terörü artırmış, meşrulaşmış; buna karşılık akan kan durmak bir yana artmış ve ülkemiz kaybeden olmuştu. Bu gerçeğe rağmen görüşmelere neden devam edildiği anlaşılamamıştı. Çok anlamlı bir durum değil mi?

Bu pazarlıklarda nelerin konuşulduğunu tam olarak bilmiyoruz dedik, ama yedi yılın bu ağır sonucu,  “Habur-Oslo-İmralı Mutabakatı” ile birlikte düşünüldüğünde, PKK isteklerinin bir bir yerine getirildiğini söyleyebiliriz. 

Haziran 2011 seçimlerine kadar ilişkiler böyle devam etti. İnisiyatif Başbakan Erdoğan’da idi. Bu tarihten itibaren PKK strateji değiştirdi. Düşündü ki;  “Artık AKP iktidarını yenecek güce ulaştım. AKP dışındaki bütün unsurlarla mücadeleyi durdurup, gücümü tek cephede, AKP iktidarını kuşatma ve yalnızlaştırmada kullanmalıyım. Böylece inisiyatifi ele geçirir, hedefe emin adımlarla ve hızla gidebilirim.”  Bu önemli değişikliği; PKK’nın  “Köy Korucuları”  ve toplum önderlerine  “barış elçileri”  göndermesinde, ilk defa CHP’nin Hakkari’de, MHP’nin Diyarbakır’da hiçbir engelle karşılaşmadan mitingler yapmasında; buna karşılık AKP’ye karşı saldırıların yoğunlaşmasında görüyoruz.

O tarihte bütün bunları yazmıştık. İktidarın bu durumu görmesi, toplu kalkışmaları başlatacağı bilinen KCK tutuklamaları gibi tedbirlere yönelmesi,  “inisiyatif”in el değiştirmesini geciktirmişti. Ancak Başbakan ve yakın çevresinin tekelinde yürütülen bu siyasetin, zaman zaman, gevşetilmesi,  “Oslo”da verilen derin tavizler ve dış baskılarla korkulan akıbeti getirmeye yetti. Haziran 2011 seçimlerinde başlayan  “inisiyatif”  mücadelesi, bir buçuk yıl sonra, İmralı’da idam mahkumu bebek katiliyle başlayan yoğun görüşmeler, 8 Ocak 2013’te varılan  “mutabakat”la sonuçlandı.
Teröristbaşının, Kandil, BDP milletvekilleri ve bölücülerin medyadaki konuşmalarında,  “inisiyatif”i ele geçirmenin küstahlığını ve fütursuzluğunu görmek mümkündür.

Bir örnek verelim. BDP’li Emine Ayna, “PKK’yla mücadelede Türk askeri boşuna öldü! Diyorlar ki, ‘Türkler bu konuda hassas’. Neden? Diyorlar ki Türk askerleri, ‘çocuklarımız boşuna mı öldü?’ Gazi askerler ‘boşuna mı yaralandık. Bacağımızı, gözümüzü kaybettik?’ diyor. Ne yazık ki evet, boşuna. Başbakan’ın çıkıp özür dilemesi lazım” küstahlığında bulunuyor.

Gayet açık değil mi?  “Madem yenilecek ve teslim olacaktınız. Ne diye askerleri ölüme sürdünüz? Başbakanı “teslim aldık” deniliyor.
Emre Uslu; “Erdoğan’a, Öcalan’ın karşısında diz çöktürüp yardım diletecekler. Erdoğan sırlarıyla siyasi geleceği arasında bir tercih yapmak zorunda kalabilir. Kasım sonuna kadar ne olacağı belli olur...” (Taraf  27 Ekim 2012)

Demek ki kuşatılan ve yalnızlaştırılan AKP değil, “sırlarıyla siyasi geleceği arasında tercih” yapan Erdoğan imiş.

Durum böyleyse, Hükümet üyeleri, AKP Grubu ve parti yöneticileri, neyi bekliyor Allah aşkına! Yarının bugünden iyi olacağını mı zannediyorlar?


(Yeni Çağ'dan)