Neşet Ertaş, benim için çocukluğumdan beri tanıdık, bildik bir ses ve duygu idi. Orta Anadolu'ydu o.
Ölüm haberi yüreğimi delip geçtiği andan itibaren, önce dilime takıldı, sonra gün boyu onun sesinden dinledim: ‘Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?’
O 1971 yılında demek ki 33 yaşındaymış Neşet Ertaş. Sokağa çıkma yasağının hüküm sürdüğü Ankara gecelerinde saklandığım evlerde Selda Bağcan’ın sesi Neşet Ertaş’la hayata bağlardı beni:
“Şu garip halimden bilen işveli Nazlı,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen.
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen.
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor,
Hiçbir tabip şu yarama merhem olmuyor.
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen.”
Gitti gideli, dün, gün boyu kendi sesinden dinledim. Bambaşkaydı.
Yüreğimin derinliğinden ona seslenmek istedim galiba: Neredesin sen?
‘Cennet yolculuğu’nda olmalı. Nitekim, hakkında yazılmış çok güzel bir twit cümlesinden anladım öyle olduğunu ‘Bozkır’ın Tezenesi’nin: “Neşet Ertaş melek aksanıyla konuşurdu. Cennette hiç yabancılık çekmeyecek.”
Bugün ikindi vakti, ‘Aynı ruhun insanıyız’ diye kendisinden söz ettiği babası Muharrem Ertaş’ın kucağına bırakılacak Kırşehir’de.
Muharrem Ertaş (1913-1984) ile ilkgençliğimizde tanışmıştık. 68 Kuşağı’nın gençleri, “Kalktı göç eyledi Avşar elleri, Ağır ağır giden eller bizimdir, Arap atlar yakın eder ırağı, Yüce dağdan aşan yollar bizimdir” diyen Dadaloğlu’nu Ruhi Su’nun gür sesli yorumuyla tanımışlardı ama ‘Kalktı göç eyledi Avşar elleri’ diye haykırarak Dadaloğlu’nu 18. yüzyıldan aşırıp 20. yüzyıla getiren Muharrem Ertaş idi.
‘Ela gözlerini sevdiğim dilber’i, ‘Gönül ne gezersin’i, ‘Bad-ı saba’yı, ‘Eğil dağlar’ı hepimize, önümüzdeki yüzyıllara taşıyan da oydu.
Ama ‘ölümsüzlüğe’ sunduğu en büyük armağan, tartışmasız, Neşet Ertaş.
Neşet Ertaş’ın ‘ölümsüzleştirdikleri’ni nasıl sayacağız? Hangisinden başlayacağız?
‘Cahildim, dünyanın rengine kandım’ı mı analım; yoksa ‘Zahidem’i mi? Bir ömür boyunca diline ‘Köprüden geçti gelin’ ya da ‘Ayaş yollarında’ hiç düşmeyen kaç kişi olabilir?
Bizim kuşaktan olup da ‘Mühür gözlüm’ü söylememiş olan kalmış mıdır? ‘Mühür gözlüm, seni elden, yağan kardan, esen yelden; sakınırım, kıskanırım’ dememiş olan...
‘Ah yalan dünya’nın dizelerini hissetmemiş, kendisiyle özdeşleştirmemiş, içinde yaşamamış tek bir kişi olabilir mi?
“Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın;
Ben de gülemedim yalan dünyada,
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın;
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı.
Garip bülbül gibi feryadım kaldı.
Alamadım eyvah muradım kaldı.
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada;
Yalandan yüzüme gülen dünyada.”
Ya ‘Kendim ettim kendim buldum; Gül gibi sararıp soldum’ sözcüklerini bilmeyen, ağzından dökülmeyen kimse kalmış mıdır bu topraklarda?
Ya da kulaklarına ‘Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca; Akar can özümden sel gizli gizli; Bir tenhada can cananı bulunca’ dizeleri değmeyen? Veya ‘Tatlı dile güler yüze, Doyulur mu doyulur mu; Canana kıyılır mı; Cananına kıyanlar Hakk’ın kulu sayılır mı’yı işitmeyen?
Neşet Ertaş, 21 yaşında babasıyla birlikte köy düğünlerinde türkü çığırıp, bozlak söylediği yıllarda yılda birkaç kez Ankara-Kayseri arasında Kırıkkale’yi, Kaman’ı geçip, Kırşehir’de mola vererek iki yönde, yer yer kavaklarla bezenmiş bozkırın mistik topraklarında hayallere dalarak gider gelirdim. Çocuk yaşta Orta Anadolu’nun orta yerinde, her akşamüstü Kayseri-Sivas arası boz renkli, uçsuz bucaksız düzlükleri seyrederek dört yıl yaşadım.
Âşık Ali İzzet’i o dönemde dinledim. Âşık Veysel’den o dönem haberim oldu.
Neşet Ertaş, benim için çocukluğumdan beri tanıdık, bildik bir ses ve duygu idi. Orta Anadolu’ydu o. ‘Bozkır’ın Tezenesi’, dün Hasan Saltık’ın tanımıyla “Çağımızın Dadaloğlusu”, Köroğlusu, Pir Sultanı, bir daha gelmeyecek olan son ‘abdal’dı o.
O son ‘Türkmen abdalı’, ülkenin tümü, toprağının her zerresi için pek azalmış belki de ondan sonra hiç kalmayacak bir ‘ortak payda’ydı. Çünkü o bu toprakların sesiydi. ‘Toprağın sesi’, bugün toprağa dönüyor.
Neşet Ertaş, ‘Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm’ü diyerek de sazın tellerine dokunmuştu.
Onun ölümüyle dünden itibaren hepimiz yoksullaştık. Öyle bir ayrılık ki, ‘Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?’ diye söyletiyor insanı.
(Radikal gazetesinden alınmıştır)