Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün resmi İngiltere ziyareti dün akşam itibariyle bitti.
Geziyi bütün olarak değerlendirdiğimizde iki yönü öne çıkıyor.
Birincisi işin görsel tarafı.
Yani geleneksel törenler, katı protokol kuralları.
Öyle ki; İngilizler misafir devlet başkanları için yüzlerce yıldır hiç değiştirmedikleri kuralları uyguluyorlar.
Misafirleri saraya saatler boyu süren bir törenle, süvariler eşliğindeki atlı arabalarla götürüyorlar.
Sarayda gösterişli karşılamalar, ağırlamalar ve yemekler düzenleniyor.
Gül çifti için de en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bir karşılama ve ağırlama töreni yapıldı. Hatta resmi yemekte İngiltere'ye ilk ziyareti yapan Sultan Abdülaziz'in geldiği gün çalınan müzikler tekrar dinlendi.
O ziyaretin tüm ayrıntılarını anlatan sergi bile yapılmıştı.
Yani 'geleneğin gücü'nü burada çok yakından hissediyorsunuz.
Geleneksel kıyafetleri ile gelen ülke temsilcileri -ki genellikle Orta Afrika'dan ya da bazı Arap ülkelerinden gelen misafirler- dışında herkes frak giymek zorunda.
Yemeğin, resepsiyonun, törenlerin saatler süren aşamaları var. Kraliçenin her hareketinin de bir anlamı var.
Kraliyet ailesinin masrafları İngiltere'de çok tartışılıyor ama yaygın kanı şu: Kraliyet ailesi ve yaşamı halen İngilizler'in en büyük soft power'ı denebilir. Çünkü törenlerin görsel yanı dünya medyasının ilgisini çekiyor.
Aynı zamanda Kraliyet ailesinin her adımı haber. Dolayısıyla misafirlerinin de. Nitekim Hayrünnisa Gül'ün kıyafeti ve ayakkabıları İngiliz medyasının gündemindeydi.
Kabul etmek gerekir ki bütün bu gösterişli törenlerin sempatik gelen bir tarafı da var. Çünkü gelenekler önemlidir ve büyük ülkeleri aslında büyük yapan unsurlardan birisi de 'geleneğin gücü'dür.
Londra'daki törenleri izlerken 'keşke biz de Osmanlı'ya ön yargılı yaklaşmak yerine daha yakından tanıma imkânı bulsaydık' diye düşünmeden edemiyor insan.
Resmi ziyaretin diğer boyutu ise siyasi mesajları.
İngilizler Gül'e çok önem veriyorlar. Zaten burada olduğu sürece İngiliz medyasında geniş yer tuttu temasları.
Gül'ün öne çıkan iki mesajı vardı ki her yerde açıkça söyledi.
AB'nin Türkiye'ye karşı uyguladığı çifte standardı hatırlatan Gül zaman zaman rest de çekti. Kıbrıs konusunda ise çok sertti. Hatta AB için 'miserable' yani 'sefil' tasvirini de yaptı ki Güney Kıbrıs'ın dönem başkanlığında işlerin karışacağının işaretiydi.
Gül'ün ifadelerindeki sitem ve sertlik aslında anında yankı buldu.
Mesela Dışişleri eski Bakanı Jack Straw AB'nin haksız tutumunu eleştirirken "maalesef kaybeden AB olacak" dedi.
Gül hem İngiliz medyasına verdiği demeçlerde hem de düşünce kuruluşlarında yaptığı konuşmalarda Ortadoğu ile ilgili çok net mesajlar verdi.
Özellikle Wilton Park'ta yaptığı konuşmada İsrail ile ilgili söylediği "Herkes bizim kadar açık değil, mikrofon kazaları meydana geldiğinde herkesin gerçekte ne düşündüğünü görüyoruz" ifadesi salonda bulunanları tebessüm ettirse de herkesin takdirini kazandı.
Ziyaretin iki ülke ilişkileri ile ekonomik boyutu da önemliydi. Nitekim çok sayıda iş adamı buradaydı.
Ama Suriye'deki gelişmeler de her ortamda gündeme geldi.
Gül bu konuda da son derece açık mesajlar verdi. Askeri müdahalelere kapıyı sıkıca kapattı. Esed'e de yeniden çağrı yaptı.
Cumhurbaşkanı Gül gittiği her ortamda çok rahattı. Bunda tabii ki Türkiye'nin son yıllarda aldığı mesafenin çok büyük katkısı var. Gül'ün tabiriyle 'heybeniz doluysa' rahat oluyorsunuz.
Özellikle de AB'nin ciddi bir krizle boğuşurken Türkiye'nin atağa kalkması buradaki bakışı da değiştirmiş.
Özetle verimli, renkli ve birçok yönüyle de akıllarda kalacak bir seyahatti Gül'ün Londra temasları.