İçimde kendimle konuşuyorum yayından bir süre önce...
Şöyle diyorum:
“Her şeyi sormalıyım ona...
Her şeyi sorarken, mütecaviz olmamalıyım...
Mütecaviz olmazken, yılışık ve yandaş da olmamalıyım...
Yılışık ve yandaş olmazken, “seni gidi seni” gibi inanmaz, ironik bir tavrı da benimsememeliyim...
Söylediklerine “inanmamış” gibi yapıp ironik davranmaz, nötr durur ve medenice dinlerken, “Siz neden bu kadar başarılı ya da muhteşemsiniz” gibi tavırlar da benimsememeliyim...
Bunları benimsemez ve Fethullah Gülen’e o dürüst duruşu ve tavrı gösterirken, başkalarına “Bu soruyu da soramadı kıvırdı hinoğlu hin” dedirtmemeliyim...
Kısacası dürüst olmalıyım...
Dürüst davranmalıyım...
Karşımdakine bir kumpas yapmamalıyım...
Onun kendisini ifade etmesine izin vermeli, benim de gazeteci olarak soru sormama olanak sağlamalıyım...
O benim düşmanım değil...
O benim yayından savunmak zorunda olduğum birisi de değil...
O geniş kitleleri etkilemiş, Türkiye’de yargılanmış, sonra Amerika’ya gitmiş birisi...
O günlerde yargılaması devam ediyor...
Hakkında hüküm yok...
Amerika’da yasal olarak bulunuyor...
***
Buna karşın geniş bir çevre, onun için “yoğun iddialarda bulunuyor...”
Bu çevrelerin içinde, Türkiye’de siyasi olarak etkin çevreler var...
İddialarda bulunan üst düzey bazı komutanlar konusu ise sadece bir post-modern askeri darbe meselesi değil, şöyle;
O günlerde Türkiye’de etkin olarak işleyen ve işletilen bir Milli Güvenlik Kurulu var...
Milli Güvenlik Kurulu’na Başbakan da katılıyor, Cumhurbaşkanı da, Genelkurmay Başkanı, bakanlar ve komutanlar da...
Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kuruluş...
Bu kurulun bütün sivil hükümetler iktidardayken belirlediği “Türkiye’nin iç ve dış tehditleri” başlıklı değerlendirmeleri var...
Bu değerlendirmelerin nasıl yapıldığının ayrıntılarını gazeteci olarak tam bilmiyoruz...
Ancak değerlendirmeler Anayasal bir kuruluş kaynaklı resmi değerlendirmeler...
Bu değerlendirmeleri yok sayarak soru sormam mümkün değil...
Buna karşın her soruyu sorarken, cevapları karşısında “size inanmmıyorum” gibi hüküm belirtme veya küçümseme hakkına da sahip değilim...
Ben bir gazeteciyim...
Karşımda Türkiye’de çok önemli bir kesimi etkileyen bir kişi olacak...
Bir kesim tarafından çok suçlanan, bir kesim tarafından ise çok sevilen...
Amerika’da ve ülkesinden uzakta...
Zor şartlarda ülke dışına çıktı, bu konuda insani empati duygumu yitirmemeliyim...
Yargı sürecinin bitmesini bekliyor, geleceğini tam olarak bilmiyor...
Bunları içimde hissetmeliyim...
Gerisi vicdanım ve gazeteciliğimle gidecektir arkadaş...
Unutma bir tek Allah, sen ve kamera var stüdyoda...”
***
Yarım saat önce yayına çıkmadan bunları konuştum kendimle...
Bu son lafımın bir tarihçesi vardı...
O canlı yayından sadece birkaç yıl önce Kanal D’de “hiç istemediğim koşullarda program yapıyordum...”
Programın hazırlanışı sırasında canımı sıkan, onlarca olay oluyordu...
O gerginlikle programa girince, halim ve tavrım yayına yansıyor, adaleti ve objektiviteyi kaybedebiliyordum yayın esnasında...
TRT’deki Barlas-Çölaşan tartışmasında, TRT Genel Müdürü’nü ayaklandırarak üzerimde yaratılan terör yayına yansımış, beni inanılmaz ölçüde germişti...
Bunu bildiğimden, Kanal D’deki programa çıkarken, yerin iki kat altındaki stüdyoya girerken, şöyle derdim içimden:
-”Dışarda olan her şeyi dışarda bırak... Şimdi karanlık olan bu stüdyoya giriyorsun... İçerde sadece sen, Allah ve bir de kamera var... Rahat ol kimse seni rahatsız edemez canlı yayın boyunca...”
***
Böyle düşünür ve öyle girerdim stüdyoya...
Dışardaki herkesi dışarda bırakırdım...
Allah’la ve kamerayla baş başa yapardım yayını...
Bir de yönetmenim Caner Erdem elbette...
Onunla da kulaklıkla konuşurdum...
Bir süre sonra birbirimizin en ince ayrıntılarına kadar özelliklerini bilen, nerede nasıl hareket edeceğimizi ezbere alan bir ilişki oluşmuştu aramızda...
Yayında benim duygulanacağım zamanları bile bildiğini söylerlerdi Caner’in...
Rejide kameramana “Reha Muhtar’a yakın plan yap” dermiş...
Çok sonraları anlatmışlardı bana...
***
Neyse...
O gün Fethullah Hoca canlı yayına Amerika’dan bağlandı...
Önümde çiziktirdiğim bazı soru örnekleri var... Gerisi kafamda...
Yayından bir iki gün önce, o camiadan haber merkezinde tanıdığımız bir arkadaş gelmiş, “Reha Abi, takdir edersin ki bizim için çok önemli ve zor bir yayın... Sorularına karışmayız, fakat soruların bir taslağını bize vermen mümkün mü?..” demişti...
“Beni tanırsın Ahmet” demiştim, “Ben önceden soru vermem, çünkü soruları bilmem... Benden bunu isteme... Fakat kimseye kumpas yapmam, bunu sen de herkes de bilir...”
Millet ne soracağımı, ne cevap alacağımı merakla bekliyor...
Yayına çıkmadan, kendimle anlattığım o konuşmayı yapmışım...
Yayına bağlandı Fethullah Hoca ve ilk soruyu sordum...
Cevaplamaya başladı...
***
O sırada Caner kulaklığıma fısıldarcasına konuştu:
-”Reha Bey!.. Erol Bey de geldi burada rejide...”
Hafif bir gerildiğimi hissettim...
Erol Aksoy SHOW TV’nin patronuydu...
İcra Kurulu’nda ya da telefonlarda çok tartışmamız olurdu, fakat rejiye geldiği vaki değildi...
Gelmezdi...O konuda çok hassas davranırdı...
Geldiğine göre belli ki yerinde duramamıştı...
Olayın her çevrede yarattığı ağırlığı üzerinde hissetmiş, bir terslik çıkmasın diye rejiden seyretmeye koyulmuştu yayını...
Gelmesinde bir sakınca yoktu...
Fakat Erol Aksoy, deha derecesinde zeki ve hiperaktif bir kişilikti...
Yayında kendini tutamayabilir, görüşlerini aktarmaya kalkabilirdi...
Bu ise bütün yayını mahvederdi...
***
İkinci soruyu sorarken Caner, Fethullah Hoca’nın bir sözünden hareketle “Erol Bey, o sözle ilgili şunu sormanızı ya da şu hatırlatmayı yapmanızı istiyor” gibi bir şeyler söyledi...
İlkinde pek oralı olmadım, yayına devam ettim...
Yeterince tecrübe biriktirmiştim...
Stüdyoda Allah, ben ve kameradan başka hiçbir etken olmayacaktı...
Başka türlü yayın iyi gitmezdi...
Caner bir süre sonra “Uyarıyı bir daha tekrarladı...”
Bir tarafta kanalın ve benim patronum...
Hattın öbür ucunda okyanus ötesinden Türkiye’nin konuştuğu insan...
Ülkenin yarısının çok sevdiği, yarısının suçlu veya sorumlu bulduğu...
Yasalar, Anayasa, televizyon, kapatma, vicdan, insan, canlı yayın, bir hatada bitebilecek bir meslek ve milyonların karşısında olmanın gerginliği...
***
Caner’e cevap veremiyordum, çünkü ses yayına gidecekti...
Sesi al deyip öyle cevaplandırsam, bu sefer rejiyle konuşmaktan Fethullah Hoca’nın ne dediğini duyamayacaktım...
Masanın üzerinde duran sağ elimi kaldırdım...
Kulağıma götürdüm...
Can havliyle kulaklığı kulağımdan çıkarttım...
Kulaklık öyle sallanmasın diye, ceketimin arkasındaki ilikten de can havliyle çıkardım, fırlattım attım... Sen sağ ben selamet...
Allah, ben, kamera ve konuğum yeniden baş başa kalmıştık...
Şimdi devam edebilirdi yayın...
Tek sorun yönetmenimle ve rejiyle bağım da kopmuştu...
“Olsun varsın...” dedim, “Atılacaksam da bu yayın esnasında atılmam... Hele bitsin bir kere yayın... Sonra bakarız...”
***
O günlerin gerginliğinde, patron da, kendince “yardımcı” olmaya çalışıyor ve hayatında ilk kez rejime dayanamayıp giriyordu...
Kafamdan silip attım, patronu, geleceğimi, mesleğimi...
Gülen’in söylediklerine konsantre oldum...
Bir süre sonra Caner’den haber geldi bana...
Stüdyo kameramanlarına kulaklıktan söylemiş, onlar kağıda yazıp vermişlerdi bana...
-”Merak etmesin Reha Bey... Erol Bey gitti...”
Benim her şeyimi bilen, okuyan yönetmenim, gerginliğim beni etkilemesin diye, haberi anında veriyordu...
Rahatlatan bir eklemeyi yapmayı ihmal etmeden: “Ortada bir sorun yok... Rahat gitti...”
***
Bütün bu olayları kişisel gazetecilik ve televizyonculuk tarihimin “heyecanlı birer resimli romanını” aktarmak için anlatmıyorum elbet..
Bugün 28 Şubat, 12 Eylül, geçmiş iktidarlar, 2.5 gazete kalacak denilen operasyonlar, işsiz bırakılan gazeteciler, kapanan gazeteler; tüm bunları bugün konuşurken genç gazeteci arkadaşlar, uzaktan ve dışardan çok sallamadan yargılamalılar...
Türkiye’de demokrasi sorunu, darbeli veya darbesiz günlerde hep varoldu...
Elbette ‘darbe’ milletin seçtiği sivil iktidarlara yönelik olunca, daha öte bir anlam taşıdı...
Fakat onun da bir Anayasal kılıfı ya da gerekçesi vardı...
“Anayasal bir kuruluş olan ve hükümet ile askerin Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında beraberce bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu’ydu o gerekçe...
Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa’ya göre Türkiye’nin iç ve dış güvenlik tehditlerini saptamakla görevliydi...
Yani modern ya da postmodern darbelere karşı çıkarken, o gün halihazırdaki yasalara da karşı çıkıyor durumuna düşebilirdiniz...
Hassas ötesi bir dengeydi o denge...
***
O günkü hiperaktif sabırsız tavrına karşın, 28 Şubat süreci için müteşekkirim Erol Aksoy’a...
Hiçbir baskıda ve dayatmada bulunmadı bana... Egosu çok güçlüydü...
Kimsenin söylediğini ya da yapmasını telkin ettiğini yapacak bir kişilik değildi...
***
Bana gelince;
“Annem hayatımı bu kadar belirlediğinin farkında mıdır acaba?..
Tek çocuk olmanın, hayatıma hep karışmak istemesinin, uzaktan veya yakından sürekli kontrol etmek arzusunun” üzerimde yarattığı psikolojik reaksiyon, ömrüm boyunca her türlü yönlendirmeye direnç göstermeme neden oldu...
Gazetecinin bağımsız ve özgür olduğu yargısının bende pekişmesi, annemin üzerimde yarattığı duygusal baskıya, duyduğum psikolojik reaksiyonun “özgürlüğe doğru” oluşturduğu tutkudandır...
Bu durumda anneme de müteşekkirim...
Hiçbir çevrenin adamı olmadan 32 yıl gazetecilik yapmamın nedeni onun bile adamı olmayı reddetmeden geçiyor...
***
Son olarak, bir kısmı hunhar suikastlere kurban giden Siyasal’daki Hoca’larımla geçmiş meslek büyüklerime müteşekkirim...
“Gazeteci bağımsız olur” demişlerdi bana...
“Biz bağımsız ve özgür olduğumuz için gazeteci olduk...” diye eklemişlerdi...
Uzun yıllar zaman zaman böyle olmayanları gördüğümde, büyük hayal kırıklıkları yaşadım...
Fakat şimdi hayal kırıklıklarının zamanı değil...
Şu anda gönlümde abide gibi duran o muhteşem insanların ışıltısını hissetmekteyim içimde...