Türkiye'de en hararetle tartıştığımız sorunları bir üst başlıkta toplamak gerekse, galiba en kestirme yol "imparatorluktan ulus devlete geçişin sancıları" olur.
Çok dinli, çok dilli, çok mezhepli, çok renkli bir imparatorluğu, 1920'lerin kalıplarında bir ulus devlete dönüştürmek hiç kolay bir iş değil. Belki de imkânsız bir ütopya. Nitekim ister bugün Türkiye'nin en büyük sorunu olduğuna artık herkesin hemfikir olduğu Kürt sorununu ele alalım, ister laiklik meselesi olarak karşımıza çıkan devletin dinle ilişkilerini ele alalım, temelde yatan asıl sebep, Osmanlı tecrübesinde kendini bulan çok dinli, çok kültürlü yapının; pozitivist ve ulusalcı ideolojik bakış açısıyla oluşturulan kalıba dökülememesi.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın ev sahipliğinde hafta sonu Heybeliada'da düzenlenen "Türk medyasında gayrimüslim algısı" konusu da aynı üst başlığın önemli ayrıntılarından sadece biriydi. 1971'den beri kapalı olan Ruhban Okulu'nda yenilen öğle yemeğiyle başlayıp pazar günü yayınlanan nihai bildiriyle sonuçlanan çalıştay, bir yandan ülkemizdeki azınlıklarla ilgili problemlerin çözümünün zorluğunu ortaya koydu. Diğer yandan ise karşılıklı iyi niyet ve cesaretle yaklaşılırsa aslında her soruna çözüm bulunabileceğini.
Her şeyden önce dünden bugüne kendisi ötekileştirilmiş, inançları yüzünden aşağılanmış, mağdur edilmiş çoğunluğun içinden bir sivil örgütün, azınlıkların sorunlarının çözümü yönünde bir girişimde bulunması umut vericiydi. Bunun açık anlamı, azınlıkların yaşadığı problemlerin kaynağının çoğunluk olmadığıydı. Türk, Ermeni, Rum, Yahudi aydın ve gazetecilerin 2 günlük müzakeresine damgasını vuran kavram, Ayhan Aktar'ın dile getirdiği "fabrika ayarları" oldu. Kürtlerin yaşadığı sorun Türklerden; Hıristiyan azınlığın yaşadığı sorunlar Müslüman çoğunluktan veya Alevilerin sorunları Sünnilerden kaynaklanmıyordu. Bütün bunları doğuran asıl sorun, yerleşik düzenin veya pozitivist/ulusalcı ideolojinin tanımladığı bakış açısı diye tanımlanabilecek "fabrika ayarları" idi. Bu faturayı devlete, askere, bürokrasiye kesip işin içinden çıkmak da mümkün değildi. Çünkü bu eğitim ve medya yoluyla toplumun belli kesimlerince içselleştirilmiş; farkında olmadan tek tek insanların bakış açılarını zehirlemişti.
Anlamak için adım atmak, empatiyle yüz yüze bakmak; konuşmak; ötekini eleştirmeden önce kendini özeleştiriye tabi tutmak gerekiyordu. Katılımcılar arasında değişik Avrupa ülkelerinde bir Müslüman Türk olarak yaşayıp birçok ayrımcılığa maruz kalan bir ismin bulunması, zihin kalıplarını kırma noktasında müthiş katkı sağladı. Çünkü Türkiye'de çoğunluğun temsilcisi olarak yaşarken Avrupa'da azınlık olmanın ne demek olduğunu görmüştü. Yani damdan düşendi.
1925'ten bu yana 86 yıldır yayın hayatına devam eden ama bugün kapanmakla yüz yüze olan Türkiye'deki tek Rumca gazete Apoyevmatini'nin Mihail Vasiliadis'i, Brüksel'de, Fransa'da Türkçe gazete çıkaran bir Türk çok daha iyi anlıyordu. Mihail Vasiliadis'in "Nüfusu 150 binden 2 bine düşen bir cemaate mensup olsam da iyimser olmaya devam ediyorum." sözleri, herkesi düşündürüyordu.
Gayrimüslimlerin Türk medyasındaki algısıyla ilgili sorunları konuşurken, aslında ana akım medyada bugüne kadar kıyafetiyle, inancıyla aşağılanan ve ötekileştirilenlerin dindar Müslümanlar olduğu gerçeği herhalde Türkiye'ye özgü ironik bir durumdu. O kadar ki, yakın zamana kadar çoğunluk mensupları, azınlıkların sahip olduğu kimi haklara gıptayla bakıyordu. Biraz adım atınca bir şeylerin değiştirilebileceğini gördük. Mesela toplantı başlığındaki "gayrimüslim" ifadesini kullanmanın doğru olup olmadığı tartışıldı; sonunda "farklı din ve inanç grupları" demenin daha insani ve daha demokratik olduğunda uzlaşıldı.
Bunca zamanda kangrenleşen sorunları bir çırpıda çözmek tabiî ki kolay değil ama en azından elde bir formül var: Fabrika ayarlarını gözden geçirmek!
(Zaman gazetesinden alınmıştır)