Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önceki gece BM Genel Kurulu’nda konuştu. Hayli uzun olan konuşmasını çok hızlı biçimde okuyan Davutoğlu mülteci sorununa dikkat çekerek olayın insani boyutunu anlattı. Esad rejiminin halkına uyguladığı şiddet ve baskıya karşı tüm dünyanın ayağa kalkması gerektiğini ısrarla ve defalarca belirtti.

Davutoğlu’nu ekranda izlerken üzüldüm. Çünkü konuşma sırasında kendisini dinleyenlerin yüz ifadelerine de baktım.

Davutoğlu sanki duvara konuşuyor gibiydi. Zaten kendisi de “Bu toplantıdan olumlu bir sonuç alınamayacağını biliyorum, yine hiçbir şey yapılmayacak” dedi.

Ve sonuç da tam Davutoğlu’nun beklediği gibi oldu. Temsilciler Davutoğlu’nu ilgisiz biçimde dinlediler ve tabii olumlu hiçbir karar da almadılar.

Bunda Rusya ve Çin’in Güvenlik Konseyi’nde aldıkları tavrın önemi büyük. İki daimi üyenin alınacak kararları veto edeceği biliniyor. Sonuçta da diğer ülkelerin yapacağı fazla bir şey kalmıyor.

Buna bir de Özgür Suriye Ordusu adı altında çatışan grupların son zamanlarda dünya kamuoyunu dehşete düşüren manzaralar yaratmasını eklemeliyiz.

Bir süre önce yürekten “Suriye’ye müdahale edilmeli” diyen bazı ülkelerin yeni durum karşısında paralize oldukları bir gerçek. Davutoğlu önceki gece yaptığı konuşmada çok haklıydı. Doğruları söylüyordu. Ama ne fayda...

Demek ki Türkiye’nin de politikasını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor.

Türkiye bir yılı aşkın süredir bütün stratejisini Esad’ın gitmesine göre planladı.

Hatırlayın, geçen yıl bu günlerde hem Başbakan hem Dışişleri Bakanı “Esad çok kısa süre sonra gidecek” diye açıkça konuşuyordu.

Oysa Esad gitmedi. Tam tersine, gücünü artırdı. Bu süre içinde önceleri biraz daha düzenli gibi görünen muhalif gruplar kimi radikal örgütlerin kontrolüne geçti.

Sayıları giderek artan Suriyeli sığınmacıların yarattığı olaylar da kamuoyunda tepki çekmeye başladı. Suriye’ye sınırı olan bölgelerde terörist oldukları izlenimi veren bazı kişilerin uluorta gezinmeye başlaması tepkiyi artırdı.

Hükümeti zor durumdan kurtarmak için yandaş medyanın başlattığı “Bölgede her şey güllük gülistanlık, söylentileri Esad’çı medya El Muhaberat’ın talimatıyla çıkarıyor” haberleri dar bir çerçevede taraftar bulsa da toplumdaki öfkeyi artırıyor.

Ne yazık ki Davutoğlu’nun çizdiği politika, BM’de dile getirdiği insani söylemle birbirini tutmuyor. Türkiye’nin yanlıştan dönmesi ve Suriye politikasını yeniden düzenlemesi en acil işidir.

*****


Dışişleri Bakanı doğru söylemiyor

CHP Milletvekili Hurşit Güneş‘in ziyaret etmek istediği Hatay’daki kampların arasında Apaydın kampı da vardı ve o kampa izin verilmedi. Çünkü kampta aralarında generallerin de bulunduğu Suriyeli asker kişiler vardı ve sorun da oydu. Bu kampta kalan asker kişilerin hem eğitim gördüğü hem de zaman zaman Suriye’ye geçerek eylemlere katıldıkları ileri sürülüyordu.

Bir milletvekilinin kendi ülkesindeki bir mülteci kampına girememesi elbette skandaldı, hükümet de zora girdi, çünkü bunun izahı zordu.

Ama Davutoğlu bir gün sonra “yasal formülü” buldu. 1941 yılında çıkarılan ve 1995’te yönetmelikle yeniden düzenlenen bir kanuna dayanarak bu iznin verilemeyeceğini açıkladı.

Halbuki o yasa Bakan’ın açıkladığı biçimde değil. 1941’de çıkarılan yasa II. Dünya Savaşı sırasında savaşan tarafların askeri güçlerinin takibinden kurtulmak için Türkiye’ye sığınan askerlerin hangi statüde olacaklarını uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak düzenliyor. Yasa, çok sayıda Alman ve/veya İngiliz askeri hakkında uygulanmış. Orta Anadolu kentlerinde kamplar oluşturulmuş.

“Tarafsız” bir ülke olarak sığınılan devletinin “muharip” ülkelere karşı insani yükümlülükleri ve askerlerinin sığındığı ülkelerde tabi olacakları kurallar böyle düzenleniyor. 1995’te bir Yönetmelikle bu durum yine o tarihteki koşullar nedeniyle güncellenmiş. Yönetmeliğin uygulanabilmesi için öncelikle sığınanların “muharip” sıfatını taşımaları, bunun uluslararası camia (BM) tarafından tanınıyor olması gerekiyor. Suriye’den gelen “aktivistler” Suriye ordusundan kaçan kişiler olsa bile hukuken “muharip” statüsünde değil. Onların statüsü “sığınmacı/mülteci” olup varsa derhal silahtan arındırılıp, siyasi faaliyetten men edilmeleri gerekiyor.


NOT: Bu bilgileri ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Raşit Kaya’dan aldım.

*****


Zafer Bayramı’nda coşku azdı. İnsanlar evlerine bayrak asmadı, törenlere katılmadı, Anıtkabir’e gitmedi. Esas şimdi birileri için 30 Ağustos tam anlamıyla “Zafer Bayramı” oldu.

(Gani Yıldız)

*****


Kadınlar daha cesur

İktidar yarattığı iklimle sesi çıkan birçok kişiyi susturmayı ya da etkisiz hale getirmeyi başardı. Devlet, iktidarın zihniyetinde hızla dönüşürken Atatürk, Cumhuriyet ve değerleri konusunda kadınların daha atak ve cesur olduğu görülüyor.

Artık Atatürk anıtlarına önemli günlerde bir çelenk koymanın bile yasaklandığı günümüzde, en sert tepki kadınlardan geliyor.

Kadınların tepkisi karşısında şaşırıp kalan, ne diyeceğini bilemeyen mülki amirlere ve generallere uzaktan bakıp gülümsüyorum. Mülki amirler büyük olasılıkla tepkiye şaşırıyor ama aldırmıyor, buna karşı generallerin içine düştüğü yürekler acısı durum çok üzücü.

*****


Selçuk’u yuhalatmayacaktın hocam

Uzun zamandır Fenerbahçe Stadı’na gitmemiştim. Geçen yıl lige gölge düşüren fesat davası nedeniyle açıkçası TV’den bile maç izlemek içimden gelmemişti. İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşım Bülent Gürbüz’ün 1907 tribününde yeri var, “Spartak Moskova maçına gelsene” deyince gittim.

O güzelim stadı, vefakâr taraftarın heyecanını çok özlemişim. Maçtan önce yemek yerken Başkan Aziz Yıldırım’la karşılaştık, kucaklaşıp hasret giderdik.

Sonra maç. Erken gelen gol. Bir anda moralleri sıfır olan futbolcular. Direkten dönen, kaleciye çarpan, rakibe değen ama Allah’ın hikmeti bir türlü çizgiyi geçemeyen toplar.

Sonuç malum. Geçen yıl fesatla elimizden alınan Şampiyonlar Ligi bu yıl da kazara kaçtı gitti. Fenerbahçe Moskova’yı 10 maçtan 9’unda yener. Ama olmadı işte.

Maçtan sonra yorumlara baktım. Herkes Aykut Kocaman’ı suçluyor. Hocanın hatası var mıydı? Vardı tabii. Ama dünya yıldızları bile bir maçta son derece kötü olabiliyor. Bu maçta da sıra Aykut Hoca’daydı belki.

Aykut Kocaman eleştirisini spor yorumcularına bırakmak isterim, ama bir eleştirim var ki yazmalıyım:

Hocam; Selçuk’u yuhalatmayacaktın.

Selçuk Fenerbahçe’nin en iyilerinden. Ama o maçta çok kötüydü. Morali bozuldu erken golle. Sonra panikledi. Her pası hatalı oldu. Seyirci tepki göstermeye başladı. Hocam, sen de sahalardan geldin, bu psikolojiyi bilirsin. Selçuk çok zordaydı. En iyisi devre arasında değiştirmekti. Yapmadın. İkinci yarıya da aldın. 10 dakika sonra değiştirdin, Selçuk sahadan çıkarken ömür boyu unutamayacağı bir protesto ile karşılaştı. Yazık değil mi bu yetenekli oyuncuya?

Devre arasında alsaydın, hiç olmazsa sadece maçı kaybettiğimize üzülecekti. Şimdi Selçuk’un psikolojisini nasıl tamir edeceksin?

Bir de ara sıra gülümse be hocam.

(Vatan gazetesinden alınmıştır)