BAŞBAKAN \"dindar nesil\"i aslında \"mutlu nesil\" olarak kullanıyor. \"Dindarlık olmasın da çocuklar tiner mi çeksin?\" şeklindeki ifadelerinden, \"Söylediğimiz insan formatlamak değil\" açıklamasından, bir ara \"laiklik\" vurgusunu yinelemesinden anladığım odur ki, Erdoğan huzurlu, insanların birbirini sahiplendiği, sokağa ve suça itmediği bir toplum için reçete olarak görüyor dindarlığı. Eh, aslında her dindar böyle düşünür, böyle düşünmese dindar olamaz.

Ancak bireyin görüşü ve seçimi değil, bir devlet adamının devleti bağlayan bir \"inşa\" sözü vermesiydi tartışmalı olan. 3 Şubat Cuma günü yayınlanan yazımda demiştim. Devletin dini inanç ve özgürlüklerle ilgili talepleri yerine getirme gibi bir görevi var, ama bir dindarlık tanımını projelendirip onu millete dayatma, ülkeyi yetiştirme yurdu gibi telakki etme görevi ve hakkı yok. Ayrıca bana göre, pratikte de çökmeye mahkûm bir proje bu.

Din ile siyasetin yakınlaştığı dönemlerde, insanların zihninde kapalı toplumlar, otoriter ilişkiler gibi baskıcı sosyolojik görüngüler oluşur. Ama din ile insan ilişkisinin, din dilinin ve felsefesinin içinden görünüşü bu kadar basit değil diye düşünüyorum.
Nitekim bu ülkede Hocaefendiler bile, açık söyleyelim Fethullah Gülen bile \"Altın Nesil\" yetiştirmekten bahsetti ama \"dindar nesil\" demekten imtina etti. Neden? Kendi tespitimi söyleyeyim: Çünkü birinin dindarlığı bir başkasına vaat edilemez.
Allah dahi, mesajı ilettiği halde Müslüman olmayan müşrikleri görüp üzülen peygamberini tashih ediyor Kuran\'da. \"Ey Muhammed, Sen sadece elçisin, sözü iletmekle yükümlüsün, hidayeti nasip edecek olan ancak ve ancak biziz\" diyor ve imanın özündeki sırrı teşrih ediyor. Peygamberin amcası Ebu Talip, mesajı alma şansına sahip olduğu halde inanmayanlardan olmayı seçti. Müslüman olmadı, dolayısıyla dindar da olamadı. Hz. Muhammed (SAV) güçsüz müydü, karizmasında herhangi bir sorun mu vardı ki amcasını kendi yolunda mutabık kılamadı?

Dinler tarihi, bırakın devletin milletini, bazı peygamberlerin kendi ailelerini bile irşat edemediklerini gösteren kıssalarla dolu. Hz. Nuh\'un oğlu, Hz. Lut\'un karısı gelen mesaja inanmadılar. Hz. Musa\'nın ümmeti, bir inandı bir isyan etti, bir inandı bir isyan etti. Hz. İsa\'ya yapılanlara hiç girmeyelim. Hz. Yunus, iman etmeyen kavmi yüzünden depresyona girdi, ümidi kesti ve \"her şeye rağmen kimseden umudun kesilemeyeceğini\" öğrenmesi için bir dizi imtihandan geçti.
Doğrusu bu yolda peygamberler bile, toplumla iç içe oldukları halde, \"devlet\" gibi sıkıcı resmi bürokratik arayüzlerle dolu aygıtlardan değil, yakın, sıcak, samimi ilişkilerden süzülen mesajlarını rû be rû, bizzat aktardıkları halde, tarifi imkânsız acılar çektiler. Bu tarihte ayrıca, değil devletin, ebeveynin çocuk üzerindeki etkisinin dahi sınırlı olduğunu, çocuğu/ergeni söke söke ite kaka kendi yoluna sokamayacağını, görevini yaptıktan sonra ötesini Allah\'a havale etmen gerektiğini anlamak, görmek için önemli dersler vardır.
İslam dininde her Müslüman\'ın, diğer insanları iyilikten alıkoyan, kendi kendilerini tüketmelerine yol açan şeylerle mücadele etmek gibi bir sorumluluğu vardır. Uyuşturucu, alkol bağımlılığı, çocuklarına bakmayan, şiddet gösteren aileler, eşlerini döven erkekler, vatandaşına zulmeden devletler, Müslüman\'ın uğraş alanıdır.

Ancak mücadele, kötülüğü yeryüzünden kazıma iddiasına dönüştüğü anda, kendisi bir yıkıma dönüşebilir, dahası \"\'seçim şansını\" ortadan kaldırma tehlikesi içerir. İnsanın \"kötüye karşı iyiyi seçme\" sorumluluğundan ve şansından mahrum bırakılması demek, iyi bir kul olma imkânından da mahrum bırakılması demektir ki bu, dünyanın bir sınav yeri olmasındaki hikmetin zedelenmesi sonucunu doğurur.

Bu tür dindarlaştırma projelerine, hatta \"emri bil maruf, nehyi anil münker\" (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) sorumluluğundaki eşikler meselesine bir de bu açıdan bakmak gerekir diye düşünüyorum.

(HaberTürk)