Yok bu sefer yanlı ya da muhalif diğer gazetecilerin düştüğü “sazan” durumuna düşmem...
Başbakan’ın grup toplantısındaki konuşmaları “irticalen” yaptığı konuşmalar değil...
Hani birşeylere sinirlendiği, içindeki anlık öfke patlamasıyla konuştuğu türden konuşmalar değil ki...
Spontan gelişmiş, içindeki duyguların o anki akışıyla doğal gelişen sözler de değil...
Başbakan doğal ve içinden geldiği gibi konuşuyor gözüken, empati etkisi yüksek bir konuşmacı olduğundan, o konuşmayı o anda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na sinirlenerek, doğaçlama yapmış gibi görünüyor...
Oysa o sözler, Başbakan’ın konuşmasını hazırlayanların planlayarak, ince siyaset mühendisliği hesapları yaparak oluşturduğu sözler...
***
Danışmanlar bellidir ki, AKP’nin kendi siyasal durumunu konsolide etmek, rakip partiyi de “bilinen sazan yöntemiyle” kendi kitlesi içinde konsolide ederek hapsetmek istemektedir...
Benim bu konsolide siyasi duruşlarla uğraşacak zamanım yok...
Konuşmayı hazırlayanlar gayet ustaca ve zekice “dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz” diyecekler...
Bir sürü sazanla birlikte ben de atlayacağım!!!;
“Ne demek dindar bir gençlik yetiştirmek?..” diyeceğim;
“Herkesin dindarlığı kendine... Demokratik ve çoğulcu bir nesil ve gençlik gerek... Nasıl bugüne kadar tek tip bir gençlik yetiştirmek yanlıştıysa, bundan sonra da ‘dindar’ gençlik diye tek tipleştirmeye karşı çıkmalıyız” gibi genel geçer tartışılmaz kuralları sayıp kendi kendime 1789 Fransız burjuva devrimini ne kadar derinden özümsediğimi ispatlayacağım...
***
Kusura bakmayın da, bu sefer onları bizim Can Dündar yapsın...
Şimdilik benim hiç niyetim yok...
Joseph Stalin’in ateist nesil yetiştirme yanlışından, Tayyip Erdoğan’ın “dindar gençlik yetiştirme” yanlışına!!!, bir güzel manzume çıkarsın Can...
Sınıf arkadaşımdır bilirim; romantik manzumeler çıkarma konusunda üstüne yoktur...
Bana gelince, Başbakan’ın söylevlerini yazan “uyanık danışmanların” daha fazla oltasına sazan olup takılmam...
Benim sorularım şu;
Sayın Başbakan;
“Uludere katliamının sorumluları kim?..
Ne zaman ortaya çıkacak?..
Hükümetiniz bunu ne zaman açıklayacak?..
Tutuklu gazeteciler ne kadar daha tutuklu kalacak?..
En son beraber görev yaptığınız Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ müebbetle yargılanmak üzere mahkemeye sevkedildi...
Bu durum normal mi, sağlıklı bir demokrasiye işaret mi?..
Bu ülkede darbeler meselesi açılmamak üzere kapanmayacak mı?..
Darbe meselesi kapandıysa, habire niye son görev yaptıklarınız içeri alınıp müebbetle yargılanıyorlar?..
Darbe mevzusu kapanmadıysa, nasıl kapanacak ve ne zaman kapanacak?..
Daha ne kadar bu tutuklamalar, bu yargılamalar, bu hesaplaşmalar, bu devr-i sabıklar sürecek?..
Bu toplum ne zaman bir parça nefes alacak, rahatlayacak?..
***
Hrant Dink’in katilinin arkasındakiler gerçekte kimler?..
Yeni bir darbe mi yapmak istemişlerdi?..
Uğur Mumcu cinayeti çözülecek mi?..
O da mı bir darbe ortamının oluşturulması için yapıldı?..
Abdi İpekçi de mi öyle bir cinayetti?..”
***
Ben Başbakan’dan bu soruların cevabını istemekteyim...
Gerisi; nasıl bir gençlik yetişeceği meselesi...
Bu konuya sazan gibi atlayanlar, bir süre sonra sizin “Ben muhafazakar demokrat bir partinin başkanı olarak kendi arzumu dile getirdim... Yoksa biz kimsenin özgürlüklerine zinhar müdahalede bulunmayız” diyeceğinizi bilmiyorlar...
Dikkat ettim...
Beyoğlu Nevizade ve Asmalımescit’te dışarıya atılan masa ve sandalyeler yeni bir düzenle yine aynen yürüyecekler...
Ben sizi tanıyorum...
Hayatın hangi mecrada akacağını biliyorum...
Onun için o tartışmaları bir kalem geçelim...
Sazan olup bunlara atlamaya artık niyetim yok...
Onu Can Dündar kardeşim yapsın...
Benim bu sorduğum meseleler esas ne olacak?..
Danışmanlarınıza diyorum bir hatırlatsanız...
Bir zahmet bu sorulara bir konuşma metni hazırlasalar!..
*****
BEŞİKTAŞ’IN KAZANMASI ZOR... DOSTLUK KAZANSIN...
Kim bilir hayatımın kaçıncı Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi bu?..
Ne heyecanlar, ne stresler, ne mutluluklar ne mutsuzluklar yaşadık hep beraber...
En rahat seyredeceğim, en fazla keyif alacağım bir Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi bu...
Hiçbir iddiası yok ve olamaz Beşiktaş’ın çünkü...
Fernandes’ten, Quaresma’dan, Hilbert’ten, İsmail’den sonra Almeida ve Rüştü’nün de sakatlandığı haberi geldi dün akşam...
Bu kadar eksikle, hiç maç kazanacağım gerginliği olmadan oynarsanız ezeli rakibiniz, ebedi dostunuzla Saraçoğlu’nda...
Fenerbahçe seyircisi istemiş, ilk devrenin eşitlenmesi için Beşiktaş seyircisi de gidecek Kadıköy’e...
Beşiktaş’ın kazanması zor...
En iyisi dostluk kazansın...
Ben de yıllar sonra gerilmeden keyifli keyifli bir derbi seyredeyim...
*****
GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ
NE KADAR VERİRSENİZ O KADAR KAZANIRSINIZ...
“Bolluk prensibi başkalarına ne kadar verirseniz o kadar kazanacağınızı söyler...
Hayatımızda bolluk ve refahın olması için daha fazla vermeniz gerektiğini keşfettim ben...
Bolluk dünyayı dolaşan bir enerjidir...
Siz daha fazlasını verdiğinizde size daha fazlası döner...
İyi şeyler her zaman iyi işler yapan insanların başına gelir...
Robin Sharma“
***
Dönüp dolaşıp hep “ne kadar çok verirseniz o kadar çok kazanırsınız” yasasının değişik versiyonlarını aktarıyorum size...
Robin Sharma’dan, Deepak Chopra’dan ve diğer önemli yaşam gurularından...
Böyle davranmamın nedeni, önyargılarımızın en keskin ve değişmesi zor olduğu “alanın ego duvarlarımızca örülen dışına çıkmak istemediğimiz bu dar alan” olduğunu bilmemden kaynaklanıyor...
Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da ya da Arabistan’da; çağımız insanının kendisini en bloke ettiği alan “ego duvarları örerek kendisini sınırladığı alandır...”
***
Biz kendimizi dış tehlikelerden korumak için “ego” dediğimiz, dış tehlikelere karşı bizi koruyacağına inandığımız bir değerler sistemi oluştururuz...
Bir süre sonra “ego”muz kendimizle özdeşleşir...
Daha doğrusu biz özdeşleştiğini sanırız...
Koyduğumuz kurallar süre sonra bizi “onların içinde tutsak” hale getirir...
“Ego”larımızın içinde tutsak olarak yaşmaya ve hayatın, evrenin enerjisinden uzakta tecrit olarak yalnızlaşmaya başlarız...
Kimselere birşey vermememiz sıkı sıkıya tembihlenmiştir bize...
Biz de kimselerle fazlaca birşeyler vermeden, kendi kendimize birşeyler kazanmaya çalışırız...
Oysa vermediğimiz için, bolluk yasasını harekete geçirerek fazlasını alma ilkesini yaşayamayız...
Vermediğimiz enerji tıkanır...
Bize gelecek enerjinin de önünü kapatır...
Ego duvarlarımızdan ve “kural” diye koyduğu kısıtlamalarından kurtulmadan, evrenin enerjisiyle bütünleşmek mümkün olmaz...
Sharma’nın sözlerinden hareketle, minik bir ufuk turu yolculuğu yapmaya çalıştım bugün sizlere...
Biliyorum ki sizlere iyi gelecek şeyleri ne kadar aktarırsam, onları ne kadar kendime saklamazsam, enerjiyi ne kadar akıtır ve dolaşıma sokarsam o kadar mucize yine dönüp gelip beni bulacak...
İyi Pazarlar...
(VATAN)