İnönü dönemi dikta dönemidir, Necip Fazıl’ın, Kemal Tahir’in ve de Attila İlhan’ın dediği gibi. İnönü Çankaya’ya zıplar zıplamaz dünya savaşı başlar. Yabancı güçler birbirlerinin gırtlağına çöktüğünden, içişlerimize burunlarını sokacak durumda değildirler. Bürokrasi, 1919’dan bu yana “düzeni” savunmaktan yorgun düşmüş, artık yerleşip kök salmak, biraz da mücadelesinin meyvelerini yemek niyetindedir. İşte bu niyet, Türk toplumuna son derece pahalıya patlamıştır! Rüzgardan nem kapan İnönü, içerde sürekli cadı avına soyunmuş, düzenin kaskatı bir bürokrasi diktasına dönüşmesine neden olmanın yanı sıra ülkeyi Tanzimat batıcılığının kucağına oturtmuştur. Köy enstitüleri, halk evleri, Yunan/Latin temeline dayanan kültür seferberliğinin kaleleri sayılır. Aslında bunlar faşizan bir kültürün temsilcileridir. (Bknz: Hitler Jungen 1925-1945)
Egemen sınıf bürokrasidir. Bu arada, iyi kötü yetişmeye başlayan tüccarlar da ezilir. Bürokrasi sürekli olarak onları hırsızlıkla suçlar, karaborsacı olduklarını öne sürerek tutuklar, varlık vergisi çıkarıp sürgünlere yollar! Ancak, her şeye rağmen bir orta sınıf oluşmaya başlamıştır.
İnönü’nün iktidarı yitirdiği 1950 ve sonrası yıllar, önce tüccar sonra da sanayiciyle, ülkeyi demir yumrukla yönetmeyi sürdürmek isteyen bürokrasinin kavgasıyla geçer. Demokrat Parti hareketinin patlaması, yirmi beş yıllık bürokrasi diktasından bunalmış halkın, kitle olarak iktidarı arayan orta sınıfın ardına takılması sayesinde gerçekleşir. Derken bürokrasi yeniden iktidar hevesine kapılır; seçimle başa gelemeyeceğini kestirince de 27 Mayıs 1960’la burun buruna geliriz. Bürokrasi 27 Mayıs’ta başarıya ulaşmış gibi görünse de, toplumsal ve ekonomik kurallar devreye girer ve bir süre sonra Adalet Partisi iktidarı çıkagelir. Sanayici AP iktidarında, yavaş da olsa, öne çıktığından yanı sıra işçiyi de getirir. İşçi, öğrenciyle birlikte 1961 Anayasasından da yararlanarak sesini fazla yükseltince, hele de bu gün pek önemsenmeyecek “terör” eylemleri baş gösterince bürokrasi 12 Mart 1971’de gene iktidara el koyar.
Sonrası gene kargaşadır. Bürokrasi bir türlü, iktidarı sürekli olarak elinde tutmayı beceremediğinden ve de dönemin başoyuncusu Süleyman Demirel yanlış üstüne yanlış yaptığından, bürokrasi ve dış güçler el birliğiyle bir “sağ-sol” kavgası yaratır; bu da bizi 12 Eylül sabahına taşır.
Turgut Özal’ın dünyayla bütünleşme girişimi, altı yıllık iktidarında Türkiye’yi hayal edemeyeceği noktalara taşır ancak ardından iktidara gelenler pek bir beceriksiz çıkar. Bu arada 28 Şubat bürokrasinin, geleneksel değer ve inançları taşıyanlara çektiği kalın bir ayardır! İşin akıllara ziyan yanı, hep seçimle iş başına gelmekle övünen Demirel’in, 28 Şubat günü saf değiştirip atanmışlarla iş birliğine soyunmasıdır. Atanmışların gölgesinde kurulan iktidarlar dönemi yanlış ekonomik karar ve faili meçhul cinayetlerle doludur. Ve bunlar bizi 2002 seçimlerine sürükler.
Bu kısa, tarihsel perspektif açısından bakıldığı zaman Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarının, bürokrasiyi alt edebilen tek seçilmiş güç olduğunu açıkça görebiliriz. Hele de askeri bürokrasiyi gerçek görevine, yani iktidar alternatifi olmak konumundan çıkararak yurt savunmasına yönlendirebilmiş olması, başlı başına büyük bir kazançtır demokrasi açısından. Dindar kesimle geniş halk kitlelerini kaynaştırması, etnik kimliğe ve değişik dinlerden olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına gerekli saygıyı göstermesi de cumhuriyet boyunca göremediğimiz girişimlerdir ve ulusal barışın sağlanması açısından çok önemlidir. Ancak bundan sonrası hiç kolay değildir. Çünkü bu kazanımların sürekliliğini sağlamak, olası bir iktidar değişiminde gene bürokrasiye tutsak olmamak, yani sil baştan yapıp geçmişe dönmemek çok ama çok önemlidir hepimiz açısından ve milletçe dikkatli olmamızı gerektirir, en azından! (Kaynak: Atilla İlhan 2 Şubat 1977-Kemal Tahir, Tarih Notları-Necip Fazıl Kısakürek, Söyleşiler)
(STAR)