Serin bir Ankara sabahında 31 yıl önceyi düşünüyorum... Ankara Sıkıyönetim Savcısı Nurettin Soyer’in emekli olduktan sonra Mordoğan’da Uğur Mumcu’ya anlattıklarını...
Uğur’la birlikte gitmiştik Mordoğan’a, askeri savcı Soyer emekli olduktan sonra. Uğur’a uzun uzun 1980 darbesi dönemini anlatmış, Ankara Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Recep Ergun’la aralarında geçen konuşmaları.
12 Eylül’den hemen sonra savcılık karakol timi bir operasyon yapmış, uzun namlulu silahlar, 6 tabanca ve 500 mermi ele geçirilmişti.
Soyer çok mutluydu ve hemen komutana gitti polislerle birlikte...
Amirleri Orgeneral Ergun’un emir subayının odasında bekletip kendisi komutanla konuştu.
***
İşte aralarında geçen konuşmadan bir bölüm:
Soyer:
“Komutanım iyi haberlerim var size.”
Ergun:
“Buyrun anlatın.”
Soyer:
“Efendim uzun namlulu silahlar yakaladık. Otomatik silah bunlar. 6 tane tabanca da var. Çok sayıda mermi. Bunlar çok sayıda katliam olaylarını, faili meçhul cinayetleri aydınlığa kavuşturacak.”
Orgeneral Ergun çok sinirleniyor ve şu yanıtı veriyor odasında:
“Bırakın efendim bunu... Siz gidin Kızılay’a solcular pankart asmış, onları yakalayın.”
Soyer:
“Biz pankart asanları yakalarız. O da bizim görevimiz. Siz pankartı önemsiyor, silahları önemsemiyor musunuz?”
Ergun:
“Pankart benim için silahlardan daha önemli. Ülkücüler zaten sindi, tecrit oldu, sol ise boş durmuyor...”
***
Ben bu konuşmaya tanık oldum... Uğur Mumcu, Soyer’le yaptığı söyleşiyi Cumhuriyet’te yanılmıyorsam 1987 yılında yayımladı, ardından “12 Eylül Adaleti” adıyla kitaplaştırdı.
12 Eylül ABD destekli bir askeri darbeydi...
Aynı silahla hem sağcılar hem de solcular öldürüldü... Hepsi işkencelerden geçti...
Aradan 30 yıl geçmiş, değişen bir şey yok!
Orhan Apaydın zindanda kansere yakalandı, af istemedi, yattı... Ardından kansere yenik düştü... Zindandan çıktıktan sonra yaşamını yitirdi...
Ülkücülerin pek çoğunun devlet içinde örgütlenmiş çetelerle, bir başka deyişle “derin devlet”le nasıl ilişki kurduğunu, nerelerden yeşil pasaport aldığını, gerici-faşist iktidarların onları nasıl koruyup kolladığını 90’lı yıllarda öğrendik.
***
12 Eylül Türkiye’yi yıkıp geçti ama ne Taksim’de ne İzmir’deki mitinglerde bırakın yüz binleri, binler bile yoktu.
Türkiye 12 Eylül sürecini aradan 31 yıl geçmesine karşın hâlâ yaşıyor...
Doğan Yurdakul, ölümle pençeleşen eşinin yüzünü göremiyor, gazetecilerin elindeki kalemi silah sananlar onları “silahlı örgüt kurmakla” suçlayıp tutukluyor.
Yasemin Küçükkaya’nın “Darbe Şakacıları Sevmez” (Cumhuriyet Kitapları) kitabını okurken hüzünlendim...
Yasemin 12 Eylül’de beş yaşında... İki ağabey tutuklanıp Mamak zindanında yatıyor.
Hüseyin ve Selami Şakacı...
Baba, anne, dört kız, dört erkek kardeş...
Faşist ortamda küçük dünyalar, büyük direnişler...
Bir annenin çırpınışı ve gözyaşları.
İnsanın içini acıtan bir öykü...
***
Akın Bodur “Dört İdam Bir Tanık” (Doğan Kitap) kitabında Adana’da idam edilen Serdar Soyergin, Mustafa Özenç, Ali Aktaş, Ahmet Kerse’nin öyküsünü anlatıyor...
12 Eylül yaşamları altüst etti.
Ankara’da bir sonbahar sabahında ellerim ceplerimde yürüyorum, sonra ağaçlardan dökülen yaprakları bir kafeden seyrediyorum kahvemi yudumlarken.
Andrey Voznesenski’nin sadece bir dizesi geliyor aklıma:
“Ben Goya’yım! / Çorak bir tarlaya kuzgunlar gibi süzülen düşman / yuvalarından oydu gözlerimi / Ben acıyım.”