Her göç hikayesi bir başlangıca sahip. Benim de Hollanda’ya göç hikayem bundan tam 40 yıl önce, bugün başladı.
Yıl 1980, aylardan Aǧustos’tu. Her yıl olduǧu gibi, babam yıllık izine gelmişti. Babamın yaz tatili genelde dört hafta sürerdi. Ama bu defaki tatil farklıydı. Zira, tatil dönüşü ben, annem ve kardeşlerim de babamla birikte Hollanda’ya gelecektik. Hollanda’ya hareket etmemize günler kala beni anlamsız bir tedirginlik sarmıştı.
Malum, o yıllarda ülke kan gölüne dönmüştü. Her gün onlarca genç, silahlı saldırılar sonucu topraǧın kara baǧrına düşüyordu. Biz, ülkenin Sovyetler tarafından işgal edileceǧine inanmıştık. Komünizme karşı mücadele veriyorduk. Mahalleler, okullar, iş yerleri, sendikalar, öǧretmenler, öǧrenciler bölünmüştü. İdealizm ya, ülke bu haldeyken, Hollanda’da ne işin var diyordum kendi kendime…
Arkadaşlar arasında da Hollanda’ya gideceǧim artık duyulmuştu. Bir gün, Konya Mimar Muzaffer Caddesindeki Ocak binasında gazetelere göz atıyordum. Ocak Genel Muhasibi İsmail Hakkı Bakır beni çaǧırdı. Odasına geçtik. Cebinden bir miktar kaǧıt para çıkardı bana uzattı. Hayırdır demeye fırsat bulamadım, ‘arkadaşlarla yemek yersin’ dedi. Aslında, Genel Muhasip’in eli sıkıydı. Çıkarıp böyle para verip, ‘harcayın’ demesi anlaşılır şey deǧildi.
Konya’da ne yenirdi? Tabiki etliekmek. Arkadaşlarla ertesi gün, Aziziye camii civarlarında üst katta bir etliekmekciye gittik. Masada Hüseyin Kocabıyık, Musa Karaçor, İmdat Büyükkeçeci, Osman Güzel, Ahmet Çakır, İfran Tutumlu gibi isimler vardı.
Bu bizim için adeta bir ayrılık yemeǧiydi.
Aynı günlerde, akrabaların da verdikleri yemeklere katıldık. O zaman Konya’da adetti, gurbetten gelen ve gidecek olana yemek verirlerdi. Hazırlanan yemekleri saymanız mümkün mü? Yoǧurt çorbasından, bamya çorbasına, sarmasından su böreǧine, sütlaçtan bulgur pilavına…
12 Eylül askeri darbesine sayılı günlerin kaldıǧını nerden bilebilirdik…
Artık Konya’dan ayrılma vakti gelmişti. İçimdeki tedirginlik daha da artmıştı. Bilinmeyen bir korku vardı sanki. Hollanda’ya gitmek için uçaǧa Ankara’dan binecektik. Bir gün önce, Konya garajından ailecek otobüsle Ankara’ya hareket ettik. Şoför Makas’da mola vermişti. Konya Ankara arası dört saat sürmüştü. Garajdan rahmetli İsmet amcam almıştı bizi. Dikmen’deki küçük bahçeli gece kondusuna vardık akşam üzeri.
O akşam dışarı çıkamadıǧım için baya sıkılmıştım.
Ertesi gün, bütün itirazlara raǧmen, beni Ankara’da kimse tanımaz diyerek şehir merkezine çıktım. Ankara’da Kızılay, Ulus ve Bahçelievler’den başka bir yer bilmem zaten. Bir de iki yıl önce, 15 yaşındayken komünistlerden bayıltıncaya kadar dayak yediǧim Demetevler 1. Cadde. Bıyıklarım filan da yoktu. Beni niye çevirsinler ki.
Dolmuş mu halk otobüsü mü hatırlamıyorum ama öǧle saatlerinde Ulus’a varmıştım. Caddeler kalabalık mı kalabalık. Birisine çarpmadan yürümeniz mümkün deǧil.
Kalabalıklar içinde, çaktırmadan etrafı gözetleyip, şaşkın şaşkın yürürken, arkamdan birisi ‘Veyis abiii, nereye’ demesin mi? İrkildim kaldım. Tedirgin olduǧumu belli etmeden, sesin geldiǧi yöne döndüm ki, Konya-Nalçacı mahallesinden üç tanıdık liseli ülkücü genç. Nasıl rahatladım anlatamam. Sarıldık, bir pastaneye gidip su böreǧi yedik ayran içtik. Gençlerde, yarın Hollanda’ya gideceǧimi orada öǧrendiler. Helalleştik ve ayrıldık. Konya’ya selam gönderdim daha ayrılıǧın birinci günü.
İkindi vakti olmuştu. İçimdeki tedirginlik bir türlü gitmiyordu. Kalabalıkların arasında bir kaç dakika daha yürüdüm. Sonra Hacı Bayram’a vardım. Soǧuk suyla bir abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Dua ettim. Biraz camide oturdum. Sonra dışarı çıkıp, Hacı Bayram Veli Hz.’nin mezarını ziyaret ederek dua ettim. Ankara kalesi, karşı tepelerdeki gecekonduları seyrettim bir müddet.
Evdekiler merak eder endişesiyle, gün batmadan eve ulaşmalıydım. Herhangi bir sıkıntı yaşamadan Dikmen’e vardım. Akşam ev kalabalıktı. Ankara’daki Muzeffer amcam, Ali dayım, rahmetli Güler halam, çocukları ve Dikmen’de ikamet eden köylülerimiz gelmişlerdi. Ev çok kalabalık olduǧu için vaktin nasıl geçtiǧini anlayamadım. Ertesi gün yolcuyduk. Nasıl bir yere, ülkeye gideceǧimi düşünürken uykuya dalmışım.
Sabah kalvaltısını yaptık. Muzeffer amcam ve halaoǧlu Mustafa Canbaz arabalarıyla geldiler. Valizler arabaya yerleştirildi. Dikmen’e ve amcamlara veda ederek Esenboǧa’nın yolunu tuttuk. İlk defa havaalanı görüyorum. Anonslar, kapılar, polis, kuyruklar hepsi benim için yeni. Ülkü Ocaklarının bize kazandırmış olduǧu özgüvenle, yani bu ülkenin sahibi biziz edasıyla, etrafıma bakıyorum birazda. Sarkık bıyıklılar, Tercüman veya Hergün gazetesi okuyanlar var mı diye bakıyorum uçaǧa girmeden önceki bekleme salonundakilere…
Heyecanlıydım. İlk defa uçaǧa biniyordum. Havalanmadan önce ve havalanırken bildiǧim tüm duaları okudum. Ankara-Amsterdam arası nasıl geçti anlamadım. Ben hayaller üstüne hayaller kurarken, Amsterdam’a geldiǧimizi duymuş oldum. Gümrükten nasıl geçtik, valizleri nasıl aldık hatırlamıyorum. Dışarıda bizi saǧanak bir yaǧmur ve babamın arkadaşı rahmetli Nevşehirli Kemal Kınacı amca karşıladı. Bir Ford münibüse bindik. Yaǧmurdan etraf görünmüyordu. Çok kısa bir süre sonra Amsterdam’daki evimize geldik. Tam 40 yıl önce bugün…
Veyis Güngör
20 Ağustos 2020