İlber Ortaylı’nın başlattığı ‘Azeri diye bir millet yoktur’ yorumunu eleştiren Mehdi Genceli ‘Azeri’ kimliğiniwn oluşum sürecine ışık tutuyor.

Gecedir. Gün bitmiş, esneme seansları başlamıştır. Deliksiz bir uyku çekmek için hazırlık yapıyorum. Kalkıp yatak odasına doğru ilerliyorum fakat kitaplığın önünde buluyorum kendimi. İki satır okuyup hemen uyuyacağım diyorum. Bir kitap çekiyorum rastgele, sayfalarını çeviriyorum. Altını çizdiğim yerlere göz atıyorum. Takılıp kalıyorum bazen, uykum kaçıyor. Ne tuhaf bir alışkanlık! Son zamanlarda sık yapıyorum bunu. Neden? Niçin? Yaşlanıyor muyum yoksa? Eyvah! Yarı yol köprüsünden daha yeni geçmedik mi? Ne ara uçtu yıllar, ne çabuk yaşlandık? Dünya fâni, ömür kısa dedikleri bu mudur acep?

Gecedir. Kitaplığın önündeyim yine. Bir kitap açıyorum tefeül çekercesine, karşıma şu satırlar çıkıyor: “Boyunları kopan palmiyelerin devrilen gövdeleri yerini beyaz dikintilere (bina karşılığı kullanılan bu Azeri sözcük, mimari üslubun tatsızlığını da belirtiyor sanırım) terk ediyor.” Şaşırıyorum. Kapatıyorum kitabı. Muzip bir tebessüm konuyor yüzüme. Yatıyorum. Rahat bir uyku çekiyorum.

Bu satırlar İlber Ortaylı hocanın on yıl önce yazdığı Eski Dünya Seyahatnamesi adlı kitaptan... Oysa daha çok yakın bir zamanda hoca “Azerbaycanlı başka, Azeri başka… Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Bunu Stalin hıyarı çıkardı” dememiş miydi? Demişti. Hocanın dikinti dediği Azeri sözcük, tikinti şeklinde yazılır ayrıca. Telaffuzu da yazıldığı gibidir. Azerbaycan Türkçesinde t’nin d’ye dönüştüğü vâkidir ama bu kelime o kabilden değil. Bir ufak tashih daha: tikinti, bina değil, inşaat…

Ben size bir Azeri hikâyesi anlatayım asıl. 1828 yılında Rusya ile İran arasında meşhur Türkmençay Antlaşması imzalanır ve bugünkü bağımsız Azerbaycan, yani Aras nehrinin kuzeyi Rusya idaresine geçer, güneyi İran’da kalır. Aras’ın güneyi de kuzeyi de Türk’tür ama. Çarlık Rusya, işgal ettiği Güney Kafkasya’nın Müslüman halkını asimile etmeye, Hıristiyanlaştırmaya çalışır uzun süre ama başarılı olamaz. Rusya’nın istikameti Batı, hızla modernleşiyor buz adam. Buna paralel olarak Rusya Türkleri de yenileşmeye çalışıyor ama daha yavaş adımlarla, şartların elverdiği ölçüde. On dokuzuncu yüzyılın ortasından sonra Rusya Türklerinin millî kimlik arayışı hızlanır. 1875’te Bakü’de Ekinci, 1883’te Kırım’da Tercüman gazeteleri çıkar. Japonlar, namıdiğer güneşin çocukları, bileği bükülmeyen, kolay yenilmeyen buz adamı dize getirir bu arada. Akabinde Rusya zayıflar, 1905’te meşrutiyet ilan etmek zorunda kalır. Müslümanlar için işler biraz daha kolaydır artık.

1875’te Bakü’de çıkan Ekinci, “ehl-i Kafkas’ı zebân-ı Türk ile” bilgilendirir. Gazetede Azerbaycan kelimesi birkaç kez geçer ama İran vilâyeti olarak… Feridun Köçerli 1885’te İrevan’da lisân-ı Türkî hocasıdır. Bu zatın 1903’te Rusça yazdığı eserin adı Azerbaycan Türklerinin Edebiyatı. Tiflis’te çıkan Şark-ı Rus gazetesi 18 Haziran 1904’te biz Türk ve Tatarlar ifadesini kullanır. Hüseyinzade Ali ile Ahmet Ağaoğlu’nun 1905’te çıkardıkları Hayat, Türkçe ceride-i İslâmiyedir. Hüseyinzade, meşhur Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir makalesini yazar. “Eyler dili Çin seddine dek hükmünü icra / Bir ucudur Altay bu yerin bir ucu Sahra” mısraları da onundur. 1920’ye kadar Bakü’de çıkan gazetelerin tamamı, kendini Türkçe gazete olarak tanımlar. Tiyatrolar Türk’tür hep. Üzeyir Hacıbeyli’nin 1917’de hazırladığı sözlük, Türk-Rus, Rus-Türk sözlüğüdür. İstanbul matbuatında yazıları çıkan Azerbaycanlılar, kendilerini Kafkasyalı olarak tanıtırlar. Kafkasyalı Mehemmed Hâdi, 1911’de İstanbul’da yayımlanan bir yazısında Tebrizli Abdürrahim Talibov’u tanıtırken Azerbaycan Türklerindendir der. Rıza Tevfik (Bölükbaşı) 1916’da Kafkaslı millettaşlarımız ibaresine yer verir. Kafkasya kanadında 1919 yılına kadar Azeri kelimesi yok, hiç hem de. Osmanlı kanadında ise ilk Azeri, Mehmet Emin’in (Yurdakul) Ey Türk Uyan (1915) şiirinde görülür. 

1917’de Rusya’da devrim olur, Çarlık yıkılır. 28 Mayıs 1918’de Kafkasya Türkleri yeni bir cumhuriyet kurarlar. Devletin adı Azerbaycan Cumhuriyeti, dili Türkçedir. Cumhuriyetin kurucularından Mehmet Emin Resulzade, Azerbaycanlıların milliyetini 28 Mayıs 1919’da şöyle tarif eder: “kısmen millet olmaya namzet ve kısmen de bir millet olmuş halkın maruf bir ismi vardır: Azerbaycan Türk’ü veyahut Azeri Türkler.” Bu da Kafkasya cenahında gördüğüm ilk Azeri. Kaynaklara göre Cumhuriyete Oğuzistan ismi de teklif edilmiş. Bu ad kabul görmüş olsaydı muhtemelen şimdi Azeri diye bir meselemiz olmayacaktı. Azeri, Azerbaycan’dan sudur etmiştir anlaşılan. Siz Türkiye koymadıklarına dua edin...

Reşat Nuri (Güntekin) 6 Mart 1919’daki yazısında Azerbaycanlılar, Azerbaycan Türkçesi ifadelerine yer verir ama Azeri demez. İstanbul’da çıkan 6 Eylül 1919 tarihli Türk Dünyası gazetesi, Azeri Türkleri kardeşlerini tebrik eder. Ocak 1920’de büyük devletler lütfedip Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanır. İstanbul gazeteleri bu sevindirici haberi Azeri Türklerinin mesut günü şeklinde duyurur kamuoyuna. Ömer Seyfettin bu haber üzerine kaleme aldığı yazıda tam dört kez Azeri kardeşlerimiz der. Yine bu haber üzerine Darülfünun konferans salonunda kardeş Türk devleti şerefine ihtifal [anma töreni] düzenlenir. Törende Hâlide Edib, Yusuf Akçura, Hamdullah Subhi, Ruşen Eşref gibi mümtaz zatlar konuşma yaparlar. İhtifal, başkan Hâlide Edib’in Büyük Turan ailesine yeni doğan bu küçük Türk hükümetinin velâdetini kutlamak üzere biz Osmanlı Türkleri burada toplanıyoruz cümlesiyle açılır. Yusuf Akçura, nutkunun hâtimesinde Azerbaycan’ın istiklali için çalışan üç Azeri kardeşinin (Ağaoğlu Ahmed, Ali Merdan Topçubaşı, Hüseyinzade Ali) ismini zikreder ve içtimada hazır bulunan Hüseyinzade Ali beyi hassaten kutlar. Yunus Nadi (Abalıoğlu) de sevince katılanlar arasındadır. Makalesinde istiklali tasdik olunan memleket bir Türk memleketidir, Azerbaycan Müslümanları hakikat ve esas itibarıyla hâlis Türklerden ibarettir” der. Yunus Nadi de Azeri’yi kullanmaz. 

Bu sevinç kısa sürer ne yazık ki. 28 Nisan 1920’de Bolşevikler Azerbaycan’ı işgal eder. Devlet ricali işgalden sonra Türkiye’ye iltica etmek zorunda kalır. Türkiye’de muhacir kalem furyası başlar. Muhacirler İstanbul’da Yeni Kafkasya adlı mecmua çıkarır. Dergide Azeri’nin kullanımı giderek yaygınlaşır. Azeri imzası da var, Resulzade’ye ait olmalı. Azerbaycan Türkleri, Türkiye’de Azeri olurlar. Muhacirlerin ikinci dergisinin adı Azeri-Türk’tür. İstanbul’da 1921’de Yusuf Vezir’in Azerbaycan Edebiyatına Bir Nazar kitabı çıkar. Kitap Köprülüzade Mehmed Fuad’ın ilgisini çeker. Meğer Köprülü, Azeri Edebiyatı Tarihi adlı eser yazıyormuş. Kitaba yazdığı tanıtım makalesinden anlıyoruz. Köprülü’ye göre Azerbaycanlılar Türk milletinin Azeri unvanlı şubesine mensupturlar. Üstat çok tuttuğu Azeri’yi ilim mecrasına taşır. Azeri Sahası’nı kazandırır literatüre, ansiklopediye Azeri maddesi yazar. 1926’da Emin Âbid’e hazırlattığı tezin adı Azeri Türk Edebiyatı Tarihi. Bu eser bir yıl sonra Bakü’de Azerbaycan Türklerinin Edebiyat Tarihi adıyla basılacaktır. Türkiye’de Azeri’nin kullanımı yaygınlaşır. Ahmet Caferoğlu’nun makaleleri Azeri kelimesiyle süslenir. Muallim Cevdet, Mehmet Emin’in “ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur” neşidesini ilk defa Azeri nağmesiyle besteler. Nihal Atsız Azerbaycanlı dostlarını anlattığı yazısında Azeriler ifadesini çokça kullanır. Hüseyinzade ve Ağaoğlu ise Azeri’ye evrilmeyip hep Türk kalacaklardır.

Bakü, Bolşevik zamanında dahi Azeri’yi pek tutmaz. 1920’li yıllarda Bakü Türk’tür hâlâ. Bolşevik lider Nerimanov’un adını taşıyan Türk Kız Mektebi 1925’te mezun verir. Bir yıl sonra Türk Proleter Edebiyatı topluluğu kurulur. 1918 Mart hadiselerinde yakılan İsmailiye binası, 1927’de restore edilerek Türk Medeniyeti Sarayı olur. Tiyatro hâlâ Türk’tür. 1926’da Bakü’de Türkoloji kurultayı toplanır. Azeri kelimesine sadece ilmî eserlerde tesadüf edilir, Köprülü’nün Azeri Sahası dediği bağlamda. O da nadiren. 1936’ya kadar kimliklerde milliyet hanesine Türk yazar. Ne olursa bu tarihten sonra olur. Stalin Türk’ü tamamen kaldırır. Türk milliyeti, Azerbaycanlı olarak değiştirilir. Dil de Azerbaycanca veya Azerbaycan dilidir artık. Sovyet ölene kadar böyle devam eder. Sovyet’in inkırazından sonra Azerbaycan bağımsızlık kazanır ve Türkiye açılımı yapar. Türk’ü unutan Azerbaycanlılar Türkiye’de hızla Azerileşir yine.

Nazım Hikmet’in Bakü’de biri 1957, diğeri 1958’de yaptığı iki konuşmasının ses kaydını dinledim. Hikmetli şair Azerbaycan şairi, Azerbaycan dili ifadelerini kullanıyor, Azeri demiyor. Çünkü o yıllarda bu kelime yoktu. Azeri kelimesi Azerbaycan’da tedavüle girmedi zaten, kullanılmadı hiç. Stalin Azeri kelimesini duydu mu bilmiyorum. Duysa bile tercih etmezdi. Stalin bizi Azeri yok, Azerbaycanlı yaptı.

Tablonun yorumu özetle şu: Gardaş cephesi Azeri’yi çok sevdi, bağrına bastı, kucakladı. Yoldaş cephesi ise yüz vermedi ona, kapısına bile yaklaştırmadı.

Benim de gözüm tutmadı doğrusu, soğuk ve sevimsiz buldum, alışamadım. Azeri sevimsiz olabilir fakat masum olduğu su götürmez bir gerçektir. 

Hikâyeyi beğendiniz sanki. Bir Azeri hikâyesi daha anlatayım o zaman…

Azerbaycanlı olarak 1990’lı yılların başında geldik İstanbul’a. Yağmurlu ve hüzünlü bir sonbahar akşamıydı. Havada kömür kokusu vardı. İstanbul efkârlıydı. Cevizlibağ’daki Atatürk Öğrenci Sitesi’ne yerleştik. Üniversiteye başlayacaktık ama Türkçemiz yetersiz görüldü. Şişli’deki TÖMER’e yolladılar bizi. Alışık olmadığımız farklı bir kültür ortamına gelmiştik. İstanbul korkulu rüya… Her şey bize yabancı, her şey başka biçimde… Meursault hayata yabancıydı, biz İstanbul’a. Toslamak mukadderdi bir bakıma, kaçınılmazdı. Her gün yeni bir macera, her an yeni bir vukuat…

İlk güzergâh: Mecidiyeköy-Cevizlibağ. O yıllarda Cevizlibağ’daki en yüksek binalar, yerleştiğimiz yurdun hemen yanında tikintisi yeni biten Tercüman blokları idi. İşimizi kolaylaştıran o binaları görünce yurda geldiğimizi anlıyorduk. Otobüslerdeki düzen de farklıydı. Sovyet otobüs ve troleybüslerine arka kapıdan binilir, önden inilirdi. İstanbul otobüslerini ters yapmışlar ama. Bir de uyarı düğmesi var kapının üzerinde. İnmeden önce kapıya yaklaşacaksın, düğmeye basıp iniyorum sinyali göndereceksin. Ne zor işler. Biz önden inmeye alışkınız, kusura bakmayın. Şehri de tanımıyoruz üstelik. Otobüse binmemiş, apartman görmemiş köy çocukları bile var aramızda...

Kendi aramızda Azerice konuşurduk. Sokakta, otobüste… O zamanlar İstanbul yeni tanışıyordu Azerbaycan Türkçesiyle. Konuşmaları duyanlar merak eder, hemen sorardı: “Nerelisin evladım? Karslı mısın, yavrum? Arpaçaylı mısın, delikanlı? Iğdırlı mısın, oğlum? Aralıklı mısın?” Ve adını daha önce hiç duymadığımız bir sürü ilçe, kasaba ismi… “Değiliz abiler, ablalar. Azerbaycanlıyız biz ama siz Azeri dersiniz”

Hantal bir belediye otobüsü ağır adımlarla Cevizlibağ durağına yaklaşmakta, şoförün “arkaya geç” uyarısına aldırış etmeyen bir Azeri öğrenci ise pürdikkat ön camdan dışarı bakmaktadır. Öğrenci yüksek blokları görünce yurda ulaştığını anlar ve seslenir şoföre: “Sahla, düşecem!” (durdur, ineyim) Sevimsiz ve inat yolcuya gıcık olan kaptan, bu garip şiveden bir şey anlamaz ve yoluna devam eder. Çocuk telaşa kapılır bu kez ve bağırır: “Sahlaaa düşecem!” Sese irkilen şoför: “Manyak mısın, oğlum sen?” diye kızar. Çocuk da manyak kelimesini yine bir köy veya ilçe ismi zannedip yalvarırcasına “yoh abi, Azeri’yem vallah, sahla düşüm, nooolar” der.

Çocuğun telâşına ortak olan gayretkeş bir teyzenin “korkma evlâdım, sıkın tutun, düşmezsin!” ünlemini duyanlar da olmuş tabii.

Anlattığıma bakmayın siz, bu öğrenci ben değilim ha. Ben öyle şey yapar mıyım hiç?

(Karar'dan)