Türkiye’de üç gün içinde iktidar partisinin genel başkanı, Başbakan, hükümet ve Cumhurbaşkanı değişti.

Üç günlük değişime alışamamak bir zaman meselesi, o kolay. Meclis’e küsüp girmeyen CHP’liler, Ankara’nın duvarlarında Hitler bıyıklı Erdoğan resimlerinin üstünde #direnTurkiye hashtaglari kasan solcular, alışırlar.

1989’da Özal, Köşk’e çıkarken yemin törenini protesto eden muhalif liderler, onu indirmekle tehdit edenler, Çankaya’daki şişman diye ad takanlar, “Atatürk’ün köşkünde oturmanıza alışamadım” diye telgraf çeken topçu teğmen, o teğmene destek için alışamadım tshirtleri giyen solcular da zamanla Özal’ın dediğine gelmişlerdi: “Alışırsınız, alışısınız.”

Aylarca mitinglerle protesto ettikleri Gül’e de zamanlar alıştılar, hatta o kadar alıştılar ki bırakmak istemediler.

Peki ya alışmaktan zor bir sınavsa bu? Ya üç günlük bir değişime değil, şanssızlık eseri bir devrin kapanışına denk geldilerse? 100 yıllık parantezin kapanışına…
Üç gündür Ankara sokakları bile bir kırılma anının gelip çattığının işareti. #direnTurkiye afişlerinin karşısında bir çağrı var: Hep birlikte Yeni Türkiye’ye…
Aylardır havalarda uçuşan “Yeni Türkiye”, “kapanan 100 yıllık parantez”, “inşa süreci”, “restorasyon” laflarını hâlâ ağır bir hamaset zannedenler, bu söylemi dün itibarıyla Cumhuriyetin Başkenti’nde iktidar yapan ağır çekim halk ihtilalinin hâlâ farkında değiller.

Arendt, Amerikan ihtilalinin akabinde demokrasinin ateşinin sönmemesini, Fransız İhtilali’nden farklı olarak geleneklerin, kurumların olmadığı boş bir arazide meydana gelmesine, birlikte yaşamanın kurallarının sözleşmelerle belirlenmesine bağlar.

Türkiye bir tasfiye sürecinin sonuna doğru ilerliyor. İnşa ise henüz başlamadı.

O yüzden yeni ortak referanslar aranıyor, o yüzden Alparslan’dan Hacı Bektaş’a kadar bütün geçmiş gündelik siyasetin bir parçası. AK Parti kongresinde de görülen büyük ve epik siyasi söylemler, grand teoriler, kutsiyet atıfları, her şeyin başına tarihi getirme arzusu, süreklilik vurguları, dava atıfları hepsi bu inşanın sancıları.
Bir yerden bir yere taşınıyoruz,  paradigma değiştiriyoruz, o yüzden  gündelik siyasetin dili yetersiz kalıyor ve bu yüzden siyaset bilimi kavramları politikanın içine sızıyor.
Davutoğlu’nun AK Parti delegelerine ilk hitabında “insanlığın temel değerler itibarıyla varoluşsal ve epistemolojik problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönem”den bahsetmesi de o yüzden.

Onun fazla teorik olmasın diye vazgeçtiği varoluşsal kavramının adını ise aylar önce bir grup konuşmasında Başbakan’ın “CHP ontolojik sorunlar içerisindedir” diyerek koyduğu hatırlanacaktır.

Evet çünkü karşı karşıya olduğumuz sahiden epistemolojik problemler, varoluşsal sorunlar…
Hazır “Epistemolojik mi, ondan ne anlar bunlar” diye kibir kulelerinden bildiren epey siyaset teorisyenimiz var, esas derdi biraz daha açalım:  Foucault’un tarif ettiği zamanın, siyasetin hayatın kodları, kültürel şifrelerini içeren ana kodlar olan “episteme”lerin değiştiği bir kavşaktayız. Daha doğrusu o değişen “episteme”lere göre bir siyaset ve kamusal hayâ inşa etmenin eşiğinde.

Bu paradigmatik kopuşa laik kesimin verdiği cevap; o “episteme”leri ağır çekim bir halk ihtilaliyle değiştirmekte olan halkı epistemoloji kelimesi üzerinden yeniden oryantalize etmekten, aşağılamaktan, bunlar ne anlar dilinde ısrar etmekten fazlası olmadı…

Halbuki burada ihtiyaçları olan küstahlıktan çok biraz mahcubiyet. Kibirden çok tevazu, hesap sormaktan çok hesap vermek. Nefsî davranmaktan çok nefis terbiyesi.
Tıpkı Güney Afrika’da apartheid rejiminin ardından siyahlarla birlikte yaşamayı, onlara benzemeyi, onlarla melezleşmeyi içlerine sindiren/sindirmek zorunda kalan beyazlarınki gibi bir mahcubiyet duygusu.

“Yetti sizin mağduriyet edebiyatınız” diye efelenmek, yeniden tepeye çıkmak hiç değil. 100 yılın parantezinin kapatılmasına kendi muhasebesini de yaparak katkı yapmak.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu muhasebeye Cumhuriyetin ilk yıllarına, kuruluş felsefesine, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e sahip çıkan vurgularla bir alan açtı, ortak bir referans dünyası inşa etmek için bir adım daha attı.

Ve en önemlisi “biz sizi anlıyoruz, yaşam tarzı kaygılarınızı da anlıyoruz, ama siz de bizi anlayın” diye onurlu bir mahcubiyete imkân tanıyan sözler söyledi ve müsafaha için iki kez elini uzattı.

Peki, kutuplaşmadan şikâyet edenler aynı cümlelerle ellerini tokalaşmak için uzatmayı becerebilecekler mi?

Eski Türkiye bitti. Bir daha geri dönmeyecek. Yeni Türkiye ise henüz kurulmadı. İçinde olsanız da olmasanız da kurulacak.

Hep Birlikte Yeni Türkiye, müsafaha için uzatılan el, gelin Yeni Türkiye’yi birlikte inşa edelim çağrısı. Dün Ceren Kenar’ın yazdığı gibi “Masumiyete kaçmayın, sloganların arkasında tembellik yapmayın, sefil bir kendini tatminin ilhamı olmayın, sorumluluk alın” çağrısı bu.

Küsmeyin, mahallenize, cemaatsel kara deliğinize, dün CHP’nin yaptığı gibi kulislere doğru kaçmayın demek. Etyen Mahçupyan’ın muhteşem tabiriyle çünkü “o sirk sizin cehenneminiz.”

Eski Türkiye gecekondusu yıkıldı. Dün TRT Haber’de Üç Gün programında Taha Özhan’ın söylediği gibi: “O gecekonduyu Erdoğan elleriyle yıktı, tek tek tuğlaları yerinden çıkararak, kanalizasyonlarına, kuytularına girerek yıktı. Bunu yaparken de üstü başı kir pas içinde, elleri çamur içinde kaldı.”

O ellerini size uzatıyor. “Ben burayı hallettim, üzerine yeni bir bina inşa etmek için bir zemin açtım, gelin burada yeniyi birlikte inşa edelim” diyor.

Ona cevabınız “senin ellerin çok pis, üstün başın fena durumda" mı olacak yine? Yine mi maksimalizme, hijyene, tavşan boku siyasetine, başınızı soktuğunuz sirk çadırına kaçacaksınız?

Yoksa o zemini kimsenin yardımı olmadan elleriyle açan adamın müsafaha için uzanan elini sıkıp, kendi yeni Türkiye projenizle siyasetin artık kaçınılmaz yeni zeminine gelip, hayallerinizdeki Yeni Türkiye için siyaset mi yapacaksınız? 

Yani özetle epistemolojik bir mahcubiyetle, ontolojik bir müsafahaya var mısınız?

Teklif çok açık. Boşuna anlamazlıktan gelmeyin.

Biraz mahcubiyet duygusu zihinleri açacaktır…

(Türkiye'den)