"İyi ki yarım saat önce gelmedin." Aynen böyle söyledi bir dost. Uzun bir aradan sonra kitap fuarına gelen bir insana söylenecek ilk söz, bu mu olmalıydı? Oldu işte. Dostlarımızdan biri latife yaptı deyip durmadım üzerinde.
İlk başta çok da önemsemedim. Zaten kitapçıların Sultanahmet Camii'nden çıkarılıp Beyazıt'ta bir çadıra yerleştirilmesini yadırgamıştım. Hakikaten çadır! Cami ile üniversite arasında kurulan büyük çadırın bir ucunda da sahne kurulmuş; güya teravih namazı sonrasında ilahiler okunuyor, Ramazan eğlenceleri (!) burada yaşatılıyormuş. Gerçi Sultanahmet Camii'nin avlusunda da şık durmuyordu bu fuar; ama şu anki durum da iç açıcı değildi. Zaten çok sayıda kitap sevdalısı da ortada gözükmüyordu. Aslında Sultanahmet'te yeni bir düzenleme yapılmış. Eskiye nazaran iyi de olmuş; ancak incik boncuk satılan bu yeni mekânda kitaba yer ayrılmamış. Her neyse, oldum olası Suriçi'ndeki turistik vizyona ısınamadım. Onlarca yıldır devam eden bir yanlışlığa binaen burada insan tarihten koparılıyor. Konuşsan dostlar inciniyor; konuşmasan tarih...
Kitap fuarından çıkıp yayıncı arkadaşlarla bir köşeye çekilince, "İyi ki yarım saat önce gelmedin." sözünün manasını sordum. Meğer az önce biten bir programda beyefendinin biri esmiş yağmış gürlemiş. Kime? 'Allah düşmanları'na mı, 'peygamber karşıtları'na mı? Hayır. İslam'a hizmet konusunda herkese örnek olmuş ne kadar kanaat önderi varsa hepsini yaylım ateşine tabi tutmuş. Ne vefa kalmış ortada ne saygı. İnsanların saygı duyduğu ne kadar güzel insan varsa hepsini tahrifat yapmakla suçlamış. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Fethullah Gülen, Mehmet Aydın, Ahmet Şahin, Tayyip Erdoğan... Akif'in akrabalarının ağır sözler karşısında mahkeme yolunu tuttuğunu; ancak araya hatırı sayılır dostlar girdiği için hakaretin hasıraltı edildiğini söylediler. Üzüldüm, kahroldum...
Hayır, mübarek Ramazan gününde gıybet yapmaktan daha büyük günah mı olur? Ne yazık ki bazı hassasiyetlerimiz son zamanlarda bir hayli zaafa uğradı. Şimdi herkes herkese verip veriştiriyor. Ağızla kulak arasındaki mesafe çok açıldı; nerdeyse yeryüzü ile gökyüzü arasındaki uçuruma dönüştü. Gıybetin haram olduğu unutuldu. Daha kötüsü siyasi/kültürel analiz adı altında yapılan suçlayıcı konuşmaların dinde suizan, tecessüs, dedikodu, kovuculuk, gıybet, yalan, iftira gibi bir kısım haramlara denk düştüğü umursanmaz hale geldi. İslam'a gönül verenlerin hiçbir şeyden değil, bu durumdan korkması ve tir tir titremesi gerekiyor. Zira hal bu noktaya varınca Allah bereketini de inayetini de çekip alıverir elimizden. Ne diyebiliriz ki; Ya Rab bizi kendinden uzaklaştırma!
Vaktiyle yaptığı hizmet nedeniyle takdir kazanmış bazı insanların şimdi her yerde böyle mağrur konuşmalar yapması kadar hazin bir akıbet düşünemiyorum. Merhum, mağfur ulemadan başlayıp neredeyse geçmişteki bütün Diyanet İşleri başkanlarına kadar herkesi delik deşik edecek kadar derin bir öfkenin sebebi ne olabilir ki? Şirazeden çıkmış bir üslubu coşkun konuşmaların şehevi kontrolsüzlüğüne verecektim ki bu zırvaların kâğıda döküldüğünü de gördüm. Eyvah ki ne eyvah! Adama göre herkes din bozguncusu. Vefat edip Rabb'e yürümüş büyüklerimiz, onca çileye göğüs geren ama milyonlarca insanın hidayetine vesile olan sevdiklerimiz... Merak ettim; hiç mi ehl-i necat kalmamış? Ortaya çıkan manzara korkunç: Yeryüzünde tek makbul adam var: Kendisi.
Ürperdim. O güzel ömrünü beşeriyetin helak olmaması için insanlığa adamış Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) bakın ne buyuruyor: "Bir kimsenin 'insanlar helak oldu' dediğini duyarsanız, bilin ki, kendisi herkesten önce helak olur." (Müslim-Ebu Davud) Bu bir tehdittir aslında; Hazreti Muhammed (sas) tarafından dile getirilen bir tehdit. Yobazlığa, bağnazlığa, aşırılığa karşı uyarıyor Hazreti Peygamber.
Din, vasıfları yüceltir ya da sıfatları kötüler. Kişileri alkışlarken ya da ayıplarken bile aslında vasıflara dikkat çekilir. Bu eşsiz ifade biçimi insanların kendi kendilerini hesaba çekmesi, kendilerine çekidüzen vermesi için seçilmiştir. O vasıflar dile getirildiğinde herkes vicdanında kendine bir yer arar. Kötü özelliklerinden arınmak için istiğfar yolunu seçenler kadar, iyi vasıflarında derinleşmek için çırpınanlar olur. İnsanları ve kitleleri inciterek, aşağılayarak; hatta onlara çamur atarak yapılan işe irşat da denemez tebliğ de.
MÜMİNLERİN BAŞINDAKİ BELALAR
Ne hazindir ki müminleri çepeçevre saran bir kısım virüslerden yakamızı kurtaramıyoruz. Dinin virüs saydığı hasletlerden bahsetmek gerekiyor; hiç kimseyi hedef almadan, sadece vasıflar sadedinde. Mesela enaniyet, gurur, kibir, lafazanlık, kıskançlık, haset vs. almış başını gidiyor. Müminler arasındaki kardeşlik hukukunu ayaklar altına alan hastalıkları ele almanız da zorlaşıyor; çünkü herkesin, "Doğru sadece benim ve her yaptığım doğrunun ta kendisidir!" dediği bir ortamda aşırı bir alınganlık ortaya çıkıyor. Sıfatları tartışamayan, isimlere takılır kalır. Oysa isimlendirmek çoğu kez hem o manevi yaraya merhem olmaz; hem de o kişilerin günahta ısrarına sebep olur.
Müminlerin bugün başındaki en büyük belalardan biri de ucup. Bazı lügatler doğru mana vermiyor bu sözcüğe. Kibir diyor... Gurur diyor... Oysa bu kelimenin fahirlenmekten, övünmekten, kibirlenmekten bir farkı var: Geçmişteki amellerine güvenerek ve ona dayanarak insanın kibirlenmesidir ucup. Maalesef İslam dünyasında ve ülkemizde sıkça rastlanan manevi bir hastalıktır bu hal. "Kimse yokken ben vardım!" diye başlayan iç telkin "Siz kimsiniz ki şimdi çıkmış hak ve hakikati anlatma cüretinde bulunuyorsunuz?"a kadar uzanır. Araya "ağabeylik" girer, hocalık girer, yazarlık girer. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, cami kürsüsünden "Ah yıkılası ağabeylik..." diye hedef aldığı sıfat, ucup tehlikesine işarettir. "Turnikeye önce girme"nin gururu altında ezilme yerine sorumluluğu altında inlemeye davet eder Hocaefendi. Bu muazzam uyarı en yakın daireden en uzak noktaya kadar yeterince anlaşılabilmiş midir? Keşke!
Bu millet, hizmet eden herkesi bağrına basar, sırtında taşır; ancak, unutmamak gerekiyor ki, o ilgi insanın benliğine değil, taşıdığı vasfadır. Bir zaman hizmet edersin insanlar seni samimiyetle sırtında taşır. Onlar o yiğitliği yaptı diye insanın kendinde müktesep haklar vehmetmesi sadece psikolojik bir sorunla karşı karşıya olduğunu değil; dini bir vebal taşıdığını da gösterir. Vaktiyle hizmet ettim diye sonradan gelenleri küçümseme, onları aşağılama, hatta onları fırak-ı dalle gibi gösterme, çağımız Müslümanlarını kötürüm haline getiren manevi bir marazdır. Hizmet eden kişi karşılık beklemez; karşılık bekleyen de hizmet edemez...
Önden gitmek yürek ister, fetanet ister, metanet ister. Onca meşakkate göğüs geren yiğitlere selam olsun! Ancak önde kalmayı, son nefesine kadar sürdürülmesi gereken müktesep hak gibi görmek geçmişteki hizmetleri silip süpüren bir felakettir. Ağabeylik sıfatını mahviyet içinde taşıyamayıp kardeşlerinin günahına girenler, yazarlık yaptım kitaplar yazdım diye samimiyetle o eserleri okuyanları küçümseyenler, yardım yaptım diye servet ve şöhretin altında ezilip muhtaç kitleyi hor hakir görenler! Bir yandan ucup içinde yaşamanın diyetini ödeyip geçmişteki hizmetlerini tüketir; diğer yandan da yalan yanlış bilgiler nedeniyle insanları suizan ve gıybete sevk ederek katmerli bir sorumluluğun altında ezilir. Unutmamak lazım; bir gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür... Ve insan o gün iğneden ipliğe hesaba çekilir. Bugün sorumsuzca sarf edilen her kelime o gün insanı kıskıvrak yakalar. Milyonlarca insanın gıybetini yapan, her bir fertten tek tek helallik almaya mecburdur o gün. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Kim bir adamı 'ey kâfir' diye çağırır veya ona 'ey Allah'ın düşmanı' derse, o adam da böyle değilse; bu söz, söyleyenin kendisine döner." (Buhârî, Edeb 44; Müslim, Îmân 112). Peki ya bir kişi milyonlarca insanı kâfir olarak suçluyorsa? O insanlardan bir tanesi bile mü'min olarak öbür âlemde karşısına çıkarsa? Çok dikkatli konuşmak lazım çoook...
(Zaman gazetesinden alınmıştır)