“Geçen yıl mart ayında sıradan Suriyeliler, önce küçük kalabalıklar halinde daha fazla özgürlük, daha sonra yüz binlerce kişi olarak Devlet Başkanı Başşar el-Esad’ın devrilmesi talebiyle sokaklara çıktığı vakit, bunun ne kadar zor olacağına ve ne kadar süreceğine dair hiçbir fikirleri yoktu.
Bugün, Adan dünyasının en kanlı ve en büyük sonuçlar verecek ayaklanmasının ilk belirtilerinin ortaya çıkmasının ardından, bütün şehirler kuşatma altında. Birçok mahalle yerle bir edilmiş vaziyette. Birleşmiş Milletler’e göre, 8000’den fazla insan ölü, on binlerce kişi gözaltına alınmış, açıklanmamış sayıda insan işkenceden geçmiş, kimisi kayıp ve yaklaşık 250 bin kişi yerinden edilmiş durumda.
Yine de işin sonu görünmüyor. Başkan Obama bu ay Esad’ın ‘günlerinin sayılı’ olduğunu söyledi ama bunun kaç gün olduğuna dair pek az kimse tahmin yapmaya yeltenebilir. Washington’daki yetkililer ve bölgedeki diplomatlar, rejimin yıkılacağının kesin olmadığını, en azından yakın vade için böyle bir sonucun geçerli olmadığını kabul ediyorlar.
Ve buna rağmen, çok zayıf biçimde örgütlenmiş olan muhalefet ve rejime karşı ayağa kalkmış olduğundan ötürü muhalefet olarak adlandırılan lidersiz topluluklar, boyun eğeceklerine dair hiçbir işaret vermiyorlar.”
Washington Post gazetesi, ‘Thawra’nın, yani ‘Suriye Devrimi’nin birinci yıldönümünde Beyrut çıkışlı, Liz Slyn imzalı yazısına bu satırlarla girmişti. Suriye’de bir yıl sonra varılan noktanın en basit fotoğrafı bu satırlar.
Bütün bir bölgenin –bu arada Türkiye’nin de- yakın tarihine büyük bir iz bırakacak olan ‘olaylar’, bir yıl önce 15 Mart 2011’de, Ürdün sınırındaki Deraa kentinde, bir grup çocuğun duvarlara yazdığı rejim aleyhtarı ve valinin istifasını isteyen yazılara gösterilen acımasız tepki üzerine patlak vermişti.
Duvarlara yazı yazan çocuklar derhal tutuklanmış, tırnakları sökülerek işkence görmüş ve aralarından üçü öldürülmüştü. Aileleri, çocuklarının serbest bırakılması ve öldürülen evlatlarının hesabını sormak için valinin kapısına dayandıklarında, vali “Yapmanız gereken yeni çocuktur. Eğer bunu yapamayacaksanız karılarınızı buraya gönderin, gerekeni biz yaparız” sözleriyle hakarete uğramışlardı. Aileler, aşiret liderlerine başvurmuşlar, onlar da Vilayet Konağı önünde gösterileri başlatmışlardı.
‘Suriye Devrimi’nin ateşi Deraa’da bir yıl önce böyle yakıldı. Çok geçmeden bütün ülkeye yayıldı. Suriye dediğiniz 23 milyonluk bir ülke. Nüfusun yüzde 60’ı 20 yaşının altında. İşsizlik yüzde 25. İşsizlerin yüzde 75’i 14-24 yaş arası grupta. Üçte biri yoksulluk sınırının altında ve yüze 10’u, yani 2 milyondan fazla insan artık en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor.
Ülkede 435 bin Filistinli ve 1.2 milyon Iraklı mülteci yaşıyor. Nüfusun yüzde 10’u Kürt. Yüzde 10’u Hıristiyan. Yüzde 8-12 dolayında Nusayri-Alevi, daha az oranda Dürzi ve ondan da az oranda İsmaili bulunuyor.
14 Mart 2011tarihinde bu rakamlar, beş aşağı beş yukarı aynı orandaydılar. Dolayısıyla, Deraa’daki olaylar, sadece ‘Arap Devrimi’nin ‘Suriye fitilinin ateşlenmesi’nden başka bir şey değildir. Bir ‘tarihi dinamik’ geldi ve Suriye’yi de buldu.
O ‘tarihi dinamik’, Ortadoğu’da yepyeni bir tarih dönemini başlatacak olan, önce Tunus’ta ateşlenen, ardından Mısır’da ‘Son Firavun’u deviren, Yemen’e, Libya’ya sirayet eden ‘Arap Devrimi’ idi. Gelip Suriye’ye dayanmıştı.
Eğer Kahire’de Tahrir Meydanı’nda 25 Ocak-12 Şubat arası yaşanan o ‘bölgeyi sarsan 17 gün’ olmasaydı 15 Mart’ta Deraa’daki olaylar ‘Suriye Devrimi’ne dönüşür müydü?
Bunun cevabı “Hayır”.
Suriye, Suriye’den daha büyük
Dolayısıyla, Suriye’de yaşananlar tarihi bir ‘moment’e işaret ediyor ve bir yıllık bilanço, 48 saat önce Başşar’ın Homs’tan sonra Hatay sınırlarının dibindeki ‘kurtarılmış şehir’ İdlib’i de geri almış olmasına rağmen rejimin ‘kullanım süresi’nin tarihi anlamda dolduğunu ifade ediyor.
Suriye, birçok özelliğinden ötürü, Tunus-Mısır, ayrıca Libya ve hatta Yemen örneklerine benzemeyecek. Benzemeyeceğini de kanıtladı zaten. Uzun sürecek, nasıl ve ne zaman sonuçlanacağı belli olmayan ama çok kan döküleceği, maalesef, belli olan bir ‘tarih geçidi’nden geçecek.
Suriye, Suriye’nin kapladığı alandan, hacminden daha büyük. Suriye, Türkiye-İran adı konmamış rekabetini, Kürt sorununun geniş bölgesel boyutunu, Körfez-İran, Batı-İran, İsrail-İran, Sünni-Şii, Lübnan’ın geleceği, ABD-Rusya (ve Çin) gibi bir dizi çekişmeyi ve ‘uluslararası fay hatları’nın buluşma noktasını temsil ediyor.
O nedenle, Suriye söz konusu olunca, üzerinde anlaşılacak kolay formüller, geçerliliği tartışılmaz politika seçenekleri yok.
Bununla birlikte, ‘Suriye için kesin iyi bir seçenek’ nasıl yoksa, “Hiçbir Şey Yapılmasın; Kendi Haline Bırakılsın” seçeneği en kötüsü. Bundan daha kötüsü yok. Hele, Suriye ile 911 kilometrelik upuzun bir sınırı paylaşan Türkiye için hiç yok.
Bir Lübnanlı uzmanın, Hasan Mneimneh’in ‘Suriye Raporu’ndaki şu satırlara göz atalım:
“(Suriye rejiminin) askeri çözüme başvurması sonuç vermeyecek olsa da kendi açısından kaçınılmazdır. Uluslararası aracıları kabul etmesi, rejimin baskısını sürdürmesi için zaman kazanmasına yönelik samimi olmayan bir jestidir. Rejime, katliamcı yolunda ilerlemesini sağlayacak şekilde imkân vermekten ziyade onu açığa çıkartmak, Transatlantik sistemin müttefikleri için bir öncelik olmalıdır. Bu meyanda, Suriye Ulusal Konseyi’ni Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanımak, bu amacı elde etmek için önemli bir adım olacaktır.”
Avrupa Birliği bunu yaptı. Suriye Ulusal Konseyi İstanbul’da. ABD’nin de bu adımı atması sağlanmalı. Türkiye, Başşar rejimine, Homs ve İdlib’i askeri güçle ele geçirmiş olmasına rağmen nefes aldırmayacak hamleleri yapmakta başı çekmek zorundadır.
Rejim ayakta kalırsa...
Bu rejim ayakta kaldıkça, insan maliyeti kabul edilemez boyutlara ulaşmakla kalmayacak, Suriye’nin geleceği de toparlanamaz bir tehlike altına girecektir.
1982 yılında bir İsrail çalışmasında, Suriye’nin uzun vadede “kıyı bölgesinde bir Alevi devleti, Halep’te bir Sünni devleti, Şam’da bir başka Sünni devleti, güneyde Hauran’da bir Dürzi devleti” olarak küçük parçalara ayrılması öngörülmüştü. Buna şimdilerde Suriye’nin kuzeydoğu bölgesinde bir ‘Kürt antitesi’ni de ekleyerek hesaplamak gerekiyor.
Başşar’ın politikası bu ‘proje’ye hizmet eder cinsten. “Benden sonra tufan” ya da “Suriye benimle olmayacaksa hiç olmasın” cinsinden. O, nihai olarak, şayet Suriye olmayacaksa –ki onun yönetimi altında tarihi 14 Mart 2011’e geri döndürmek imkânsız- ‘kıyı bölgesinde kendine ait bir devlet’i kurtarma hesabında.
Aslında, Fransızlar, Osmanlılardan devraldıkları Suriye’yi büyük ölçüde bu ‘proje’ye uygun şekilde temellendirdiler. Suriye, bugün, biraz da ‘eski tip sömürgecilik’in attığı temellerin ‘Arap depremi’ ile yıkılmak üzere olduğu bir durumu yaşıyor.
Türkiye’nin çıkarları ve gelecek çıkarları, mevcut Suriye rejiminin ömrünün en kısa sürede son bulmasından geçiyor.
Ve, bunun için ne gerekiyorsa onu yapmaktan, onun yapılmasına önayak olmaktan...
(Radikal)