Ankara soğuk ve karlıydı. Ayaz bıçak gibi kesiyordu Can’ın sıska bedenini. Can’ın dermansız, çaresiz ve yarınlara dair hiçbir umudu kalmamıştı. Can’ın yüreği yangınlar yeriydi.

Hangi yangını söndüreceğini de bilmiyordu.

Sanki koca evren, yeryüzü, gökyüzü ve bütün kâinat ona sırt çevirmişti.

Kâinat küsmüştü Can’a…

Can soğuklarda bedeni titrer, açlığın dayanılmaz tansiyonu başına vururken bile o hep neden ve sonuçları düşünüyordu.

Allah’a “Allah’ım koca evrenin içinde yedi milyar insandan bula bula beni mi buldun ve ben ne zaman senin inayet saatlerine denk geleceğim?”diye soruyor, içtiği suyun yudumları gözlerinden aşağıya doğru süzülüyor, yediği lokmalar boğazına düğüm gibi diziliyor, yutkunuyordu.

Çoğu zaman lokmalarını gözyaşıyla yutuyordu Can.  

Süzüldükçe bocuklar Can’ın yanağında pınarlar gibi akıyor, dereler gibi yatağını arıyordu.

Ama Can ne dereye, ne deryaya ve ne de menzile ulaşabiliyordu.

Suyun içindeki dal gibi tir tir titriyordu Can.

Kendi kendine ‘Can, Ankara çok soğuk be! Hem de çok soğuk” diyor ve sıkı sıkı battaniyesine sarılıyordu, tıpkı annesinin sıcak kucağına sarılır gibi.   

Can çocukluğundan da vurulmuştu ama en çok gençliğinde vurulmuştu tıpkı her ömür kendi gençliğinde vurulduğu gibi, vurulmuştu.

Vuruldukça yüreği nasırlaşan Can, aşka olan inancını, sadakatini koruyor, aşk için gözü kapalı ölüme gidebileceğini ve buna değdiğini düşünüyordu.

Can’ın canını en çok acıtan yüreğinin yediği darbeler miydi?

Yağmurlarda barınak arayan yuvasız, iki kanadı da kırılmış kuşlar gibi çaresizliği miydi?

Yüreğine saplanan hançerin sızısı mıydı?

İyi yaşamında onu yere göğe sığdıramayanların terk edildiğinde onların da Can’a sırtını dönmeleriydi miydi?

Yüreğine saplanan okun ucunda gördüğü aşkın tüyü müydü?

Yoksa acemice yaşadığı hayatın bedelini mi ödüyordu?

Bilmiyordu Can.

Can, her şeyi bilmek isterken aslında hiçbir şeyi bilmek istemiyordu. Sadece yüreğinden akan damlalarını durdurmak istiyordu ama onu bile yapamıyordu çünkü Can çok mecalsiz ve, takatsizdi.

Hayatın dibini gören ve iliklerine kadar acıyı yudum yudum yaşayan Can, çok alıngan, kırılgan, incinince bir türlü hayatla barışmayan bir kişiliğe de sahipti.

Can, Okyanusun ortasında rotasını kaybeden bir kaptan gibi kendine rota arar, boğulmamak için çırpınır, ve bir taraftan da buz gibi dört duvar arasında ısınmaya çalışırken, kendi kendine bazı karar ve kanaatlere varmıştır.

Evet; hava, su ve toprak gibi aşk ve insan da kirlenmiştir.

Roman ve hikayelerde anlatılan o dev aşklar, efsaneler artık romanlarda kalmış, Yusuf ile Züleyhalar, Ferhat ile Şirinler, Kerem ile Aslılar, Mem ile Zinler, Siyabend ile Xeciler ve Leyla ile Mecnunlar artık tarihte kalmıştır diyordu.

Önceleri aşkın yaşı ve başı olmaz diyen Can, bunun böyle olmadığını bedelini ağır ödeyerek öğrenmişti.

Ama Can cana kıyamadığı içinde ödediği her faturayı da karşılıksız bırakmıştır çünkü kesilen faturaya en ağır cezayı verenin Yaradan olduğundan hiç kuşku duymuyordu.

Can; şuna kesinlikle kanaat getirmişti, yaşadığımız uzay çağında dinler, inançlar, dostluklar, aşklar ve davalar artık makam, mevki, şan, şöhret ve para üzerinde dönüyordu.

Kendi inanç, dava ve aşklarında en radikal olanların bile paranın ve mevkiinin önünde ne kadar pespayeleştiklerini, ne kadar kepaze olduklarını ve dönme dolap gibi ne kadar da döndüklerini ve dansöz gibi kıvırdıklarını da görüyordu.

Ankara Can’ın canına okuduğu ve Can’dan çok şey aldığı gibi ona asıl hayatı da öğretmişti.

Yıllar yaraları kapatmasa da Can’ın yüreği sevgiye, dostluğa ve aşka hep açıktı ama kapısını herkese açmıyordu Can. Ona en çok hür ve özgür davranma hürriyetini veren delilik ve çatlaklığa kendini vermişti.

İnsanlardan kaçtığı gibi aşktan da kaçıyordu Can, ta ki engellemediği bir duyguyla karşı karşıya kalana kadar. Bir çift göz Can’ın yüreğini pır pır attırıyor, o gözleri gördüğünde çarpık bacakları, tavuk bacakları gibi birbirine çarpıyordu.

O bu duygu karşısında tekrar kendi kendine, Can; sevgi neydi, aşk neydi diye sormaya başlıyordu ve tüm sorular da cevapsız kalıyordu.

Can; en son; “Kendini sevdirmeden git be sevgili. Ne sen Züleyha’sın ne de ben Yusuf’um”  dedi ve gitti Can.