Hep merak etmişimdir: 1945’de Ruslar Türkiye’ye karşı uyguladıkları politikanın ters tepeceğini, hiç istemedikleri bir yöne gideceğini düşünemediler mi? İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Rusya ve ABD yeni oluşan ikili dünya düzeninin iki kutbunu oluşturmuştu. Almanya yenildiği için tasfiye olmuş, İngiltere ve Fransa ise savaş yorgunları olarak kenara çekilmişlerdi. İşte bu ortamda Rusların Türkiye’ye yaklaşımı birdenbire değişmiş, Kars ve Ardahan’ı istemeye ve Boğazların yönetiminde söz hakkı talep etmeye başlamışlardı. Anlaşılan “Emperyalist Rusya”, yani Türkiye’nin son iki yüzyıldaki azılı düşmanı “Moskof” geri dönmüştü!
Gerçi savaştan sonra galip devletler kendi aralarında “paylaşım” konusunu masaya yatırmışlardı. Burada Stalin Boğazlar’la ilgili taleplerini dile getirmiş; Churchill ve Roosevelt kendisine hak verir görünmüşler; lakin somut bir anlaşma olmadığı gibi Türkiye’nin doğu sınırı, yani Kars ve Ardahan -bildiğimiz kadarıyla- ne Yalta’da ne de Potsdam’da bahse konu olmuştu.
Ama Stalin o günlerde “ortada” kalmış görünen Türkiye’yi kontrol altına alarak Rusya’nın geleneksel sıcak denizlere erişme stratejisi doğrultusunda bir adım atmak istiyordu. Muhtemelen İngiltere’nin Türkiye’ye sahip çıkmaya takatinin olmadığını hesaplıyor, ABD’nin de ilgisinin bu coğrafyaya ulaşmasını beklemiyordu.
Buna karşılık Ankara Hükümeti Rus tehdidinden korunmak için -o sıralarda Monroe Doktrini’nden vazgeçen- ABD ile “gönüllü” bir ittifak kurmayı başardı. Daha doğrusu “ne gerekiyorsa yaparak” ABD’nin bizi müttefik olarak kabul etmesini sağladı. Böylece geleneksel dış politikamızın da gereği olarak Batı Bloku içinde yer aldık.
Bugünden bakıldığında Türkiye’nin denge politikasından vazgeçmesi de, Batı sistemi içinde yer almak için verilen tavizler de eleştirilebilir. Ama bu tutumun gerisinde Rus korkusunun yattığını gözden kaçırmamak lazım. Doğu Avrupa ülkeleri gibi işgal edilebilirdi Türkiye. Böylesi bir tehdit her şeyi izaha yeter. (Elbette Ankara’dakiler Roosevelt ile Stalin’in nüfuz bölgelerini çoktan belirlemiş olduklarını ve savaşa dâhil olmayan ülkelerin işgalinin söz konusu olmayacağını düşünemezlerdi!)
Neticede Türkiye Batı Bloku içinde yer almakla kalmadı. Sovyetler’in güneyindeki “Kenar Kuşak”ın etkili bir parçası oldu. Rusların istediği bu değildi herhalde. Onun için merak ediyorum, Ruslar, Türkiye’ye karşı yürüttükleri baskı ve korkutma siyasetinin ters tepeceğini düşünmediler mi?
Gelelim Fransa’ya. Sadece bugünkü popülist ve ilkesiz Sarkozy yönetimi değil, neredeyse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bütün Fransız hükümetleri nedense Türkiye’ye karşı bir düşmanlık hissi içinde hareket ediyorlar. ASALA’yı besleyen de onlardı; PKK’ya destek çıkan da, Dev-Sol’a yataklık eden de. Suriye’deki Baas iktidarının Türkiye karşıtlığının arkasında yer alan da başka bir güç değildi.
Doğal olarak AB sürecinde de Türkiye karşıtlığının adresi Paris. Hem Fransızlar hem de artık kaderlerini birleştirdikleri Almanlar eski kıta üzerinde Anglo-Sakson etkinliğine karşı mücadele veriyorlar aslında. Washington’un Truva atı olarak gördükleri için Türkiye’yi Avrupa işlerinden uzak tutmak istiyorlar. (Bu gerekçe 1 Mart 2003’ten sonra anlamını yitirmedi mi?) Üyelik başvurusu de Gaulle tarafından iki defa veto edilen İngiltere’nin AB macerası da aynı bakış açısıyla okunmalı.
Türk-Fransa ilişkilerinin tarihi de aslında İngiliz-Fransız mücadelesinin parantezindedir. Napoleon’un Mısır seferini düşünün. İngiltere ile denizlerde hâkimiyet mücadelesi içindeki Fransızlar Mısır’ı ele geçirerek İngilizlerin Doğu ticaret yollarını kesmek ve bu arada zayıflayan Osmanlı’dan toprak koparmak arzusundaydılar. O savaştan sonra Türk-İngiliz ilişkileri “stratejik ittifak” düzeyine yükseldi.
Biliyorsunuz, bugünlerde Fransızlar yine İngilizler’le birbirlerine girmiş durumdalar. Ama geçmişte yaşadıklarından ders çıkaramadıklarından yanlış ülkelerin düşmanlığına talip oluyorlar.