Günlerdir, 'Suriye tarafından düşürülen uçağımız'ı konuşuyoruz. Tabii ki meselenin çok değişik boyutları var. Siyasî, askerî, diplomatik, güvenlik, uluslararası hukuk vesaire...


O yüzden de herkes bu pencerelerden birinden (bazen de birkaçından) bakarak düşüncelerini kamuoyuyla paylaşıyor. Bazı eleştiriler kırıcı, hatta yaralayıcı olabiliyor. Hiç gerek yok. Önemli olan, böyle kritik süreçlerden yeterince ders çıkarmak. Meselenin diplomatik yönü zaman içinde daha da netleşecek; ancak üzülerek söylemem lazım ki şu ana kadar yaşanan süreçte bir kısım iletişim hataları yapıldı. Art niyetle mi? Hayır. Ancak iletişim kazası trafik kazasından da beterdir; nereden başladığını anlarsınız ama nerede duracağını kestiremezsiniz...


İlk durak: Haber duyulur duyulmaz büyük bir infial yaşanmış, Suriye'nin cüretkâr tavrına tepki yağmıştı. Ardından iki pilotumuzun şehit düştüğünün öğrenilmesi üzüntümüzü derinleştirdi. Toplumdaki hassasiyet, konu ile ilgili net bilgilerin şeffaf bir şekilde paylaşılmasını gerektiriyordu. Katliamlarla dünyaya meydan okuyan küstah Suriye'nin ne dediği kimsenin umurunda değildi. O yüzden yüreklere su serpen bir açıklama ve etkili bir yaptırım bekleniyordu. Süre uzadıkça kafalar karıştı, ilk resim nedeniyle oluşturulan milli hassasiyet zamanla tonunu kaybetti.


Uçağımızın düşürüldüğüne dair ilk şok haberden sonra meselenin tastamam anlaşılacağı bekleniyordu. Nitekim başlangıçta öyle de oldu. Dışişleri Bakanı ve Başbakan'ın açıklamalarına göre mesele gayet netti. Uluslararası hava sahasında uçağımıza hiçbir uyarı yapılmaksızın saldırı düzenlenmişti. Sınır ihlali vesile edilerek yapılan bu kışkırtıcı saldırı karşısında herkes soğukkanlı kalmayı tavsiye etmiş, gereken cevabın doğru bir zamanda doğru bir vesileyle verileceği düşünülmüştü. Bu makul bir yaklaşımdı; ancak daha sonra yapılan açıklamalar, olayın sanıldığı kadar belirgin olmadığına dair kuşkular üretti.


İşin doğrusu, bir uçağımızın bir başka devlet tarafından düşürülmesi bir manada 'milli mesele' sayılır. Böyle durumlarda, kılı kırk yararcasına titiz olmak şarttır. Biraz da bu mülahaza ile medyanın önceki hadiselere göre daha sorumlu yayın yaptığını gördük. Medyanın ezici bir çoğunlukla soğukkanlılıktan ve diplomasiden yana olmasına rağmen ağır eleştirilere muhatap olması şaşırtıcı bir gelişmeydi. Marjinal bazı kesimlerin Baasçı yaklaşımları ve körü körüne yürüttükleri 'AK Parti karşıtlığı'nı dikkate almaya çok da gerek yoktu aslında.


Türkiye'nin tezleri, uluslararası arenaya taşınırken hem medyanın hem kamuoyunun desteği çok belirgindi. Ne var ki art arda gelen açıklamalar herkesi şaşkına çevirdi. Dışişleri Bakanımız elimizde yeterli bilgi ve bulguların var olduğunu söylediğinde herkes derin bir oh çekti. Bir de meydan okunuyordu ve deniyordu ki komşu ülkelerden kimin elinde ne bilgi varsa görmeye hazırız. Olacak ya, Rusya ellerinde bazı bilgi ve bulgular olduğunu, bunu Türkiye ile paylaşmak istediğini söyledi. Bizim cepheden yapılan açıklamaya göre bu bilgiye gerek yoktu. Dışişlerimizin gözettiği bir hassasiyet mutlaka vardır; ancak bu titizliği ve stratejiyi halk bilmiyor. Bilemez de. Yine de herkes iyi niyetle yaklaştı mevzua ve 'Bizimkiler dezenformasyonu engellemek istiyor' yorumunu yaptı. Ta ki Türkiye cephesinden değişik açıklamalar yapılacağı ana kadar...


Yanlış hatırlamıyorsam, ilk değişik açıklama Milli Savunma Bakanlığı'ndan geldi. Bakanlık, uçağımızın isabet aldığına dair bir bulguya rastlanmadığını söylüyordu. Tam 'Bu da nereden çıktı?' deyip meselenin aslını anlamaya çalışırken benzer bir açıklama da Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelmez mi!


Genelkurmay, 'Suriye tarafından düşürüldüğü iddia edilen' gibi bir cümle kuruyor ve o da herhangi bir 'patlayıcı madde izine' rastlanmadığını ifade ediyordu. Tam bu açıklamanın yapıldığı gün Başbakan Erdoğan AK Parti il başkanlarına konuşma yapıyor ve uçağımız ile ilgili en ince ayrıntılara kadar bilgi verip nasıl düşürüldüğünü anlatıyordu. Genelkurmay'ın açıklaması tereddütlere yol açınca aynı kurum tarafından bir açıklama daha yapıldı. Bu sefer de Suriye uçağı düşürmekle suçlanıyor ama kafalarda oluşan istifhama cevap verilemiyordu.


Tabii bu arada tuhaf başka işler de olmadı değil. Amerikan gazetelerine yansıyan ve adı gizli tutulan bir üst düzey askerî yetkiliye dayandırılarak dünyaya duyurulan bir açıklama var. Başbakan, 'İspat edemeyen namerttir' dedi ama Amerikalılar (her kimse) bizdeki bazı gazetelere de konuştu ve imalı laflarla adeta telepatik mesajlar verdi. Tam 'Amerikalılar ne demek istiyor şimdi?' derken Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen yeni açıklama manzaranın üzerine bir sis perdesinin çökmesine sebep oldu. Dolayısıyla her şey birbirine karıştı.


Büyük hadiselerde süreci kontrol etmek aslında çok da kolay değil; hatta mümkün de değil. Uludere hadisesinde de aynı adrese çıkan işaretler vardı. O yüzden boşluklar oluştu. Oysa bu tarz hadiselerde ta baştan çok şeffaf olmak gerekiyor ki tereddütler oluşmasın...


En azından iletişim vetiresini iyi yönetmek gerekiyor. Ne var ki bizde hem yeterince şeffaf bir iletişim sağlanamıyor hem de (birimler arasındaki koordinasyon eksikliğinden olsa gerek) beyanlar birbirini etkisiz hale getiriyor. Buna bir de ortalığı karıştırmak için ellerini ovuşturan zümreleri eklerseniz iletişim kazasının ne kadar vahim sonuçlar doğuracağını kestirebilirsiniz.


Hep böyle oluyor. Ne zaman ruhlarımız daralsa, kalplerimiz çatlayacak hale gelse Ramazan ayının rahmet esintileri bizi çepeçevre kuşatıyor. Gün boyunca Rabb'imizin emrine uyup aç kalmak, susuzluğa katlanmak ve sonra bir iftar vakti O'na dolu dolu şükretmek... Gecelerinde ayrı bir bereket bulmak, gündüzünde ayrı bir sıyanete teslim olmak! Tarifi mümkün olmayan bir haz, tadına doyum olmayan bir zaman dilimi Ramazan ayı. Özlemiştik. Hem de çok!


Ramazan ayının geldiğini evlerde, sokaklarda, işyerlerinde; daha açıkçası hayata dair her karede hissediyoruz. Medyadan da anlaşılıyor artık Ramazan bereketi. Hangi televizyonu izleseniz iftar ve sahur programlarına rastlıyorsunuz, hangi gazeteyi açsanız bu mukaddes ayın bereketini anlatan sayfaları okuma imkânı buluyorsunuz. Toplumsal bir ihtiyaç var ki medya bu beklentiyi karşılamaya çalışıyor.


Aslında medya, bugünlere bir çırpıda gelmedi. Başta büyük iletişim kazaları da yaptı. Oryantalist bir yaklaşımla İslam'ı ele alanlara da rastladık vaktiyle; Müslümanlığa dair çok ayrıntı konulara odaklanarak kendini küçük düşürenlere de. Hamdolsun o dönemler önemli bir oranda geride kaldı. Ne var ki bazı yayınlarda hâlâ bir bilgi eksikliği gözleniyor.


Keşke medya din gibi hassas konularda gerçekten ehil danışmanlara müracaat etse. Kamu vicdanında pek de yeri olmayan bazı zevatı piyasaya sürüp tartışmalı konular üzerinden sansasyon yapmaya da gerek yok, bilgi gerektiren mevzularda kulaktan dolma laflarla ömür harcamaya da. Temmuzun kavurucu sıcağına aldırmaksızın Yüce Mevla'nın rahmet kapısını çalanlara her şeyden önce saygı duymak gerekiyor...


Göklerin
kapısı Ramazan ayında daha bir başka açılıyormuş. Kur'an da öyle diyor Hazreti Peygamber de... Böyle güzel bir zaman diliminde siyaset merkezli yazılar yazmak, inanın, insanın zihnini ve kalbini yoruyor. Yaratılış gayesi eksenindeki asıl ruzname ile fani dünyanın telaşlı gündemi arasında o kadar büyük bir uçurum var ki! Bu nedenle Ramazan ayını vesile ederek 'Gündem Dışı' başlığı altında (perşembe günleri) sizlerle dertleşmek isterim. Tabii ki affınıza sığınarak ve dualarınızı umarak...


İstanbul'da
trafik felç oldu. Öyle olacağı da belliydi. Fatih Köprüsü'nde tamir yapmak kaçınılmaz olunca başa gelen çekilecekti... Keşke daha iyi bir planlama yapılsaydı. Eleştiriler yoğun; ancak bazen tadı kaçıyor tenkitlerin. Mesela İstanbul Belediye Başkanı memleketine gitmiş diye neredeyse linç edilecek. Linç edenlerin bir kısmı da yılın yarısını tatil yaparak geçirenler. Tamam, eleştirin ama bu kadarına gerek yok; topu topu memleketine gitmiş...


Meclis
Başkanı Cemil Çiçek'in cemevleri üzerine yaptığı keskin yorum üzerine hararetli bir tartışma alevlendi yeniden. Her iki cepheden de üzücü hamleler var. Biri Aleviliğin din olduğunu söylüyor cahilce; diğeri Alevileri 'kripto Ermeni' ilan ediyor. Alevileri rencide etmek için sanki özel bir gayret sarf ediliyor. "Ali'siz Alevilik" ne kadar dini gerçeklerden uzak ve saçma bir yorumsa, Alevilerin kültürünü ve tarihini inkar etmek de o kadar tarihî hakikatlere ters bir analizdir.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)