‘Barışmanın öyküsü’nü anlatmadan önce ‘Küsmenin öyküsü’nü anlatmak gerekir. Olay şöyle cereyan etti.
Dindarlar...
‘Kuran kursu’ dediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
Toplumsala dair ‘dini bir şey’ söylediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
‘Din eğitimi’ dediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
Kamusal alanda ‘görünmek’ istediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
‘Başörtüsü’ dediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
Dini alanda ‘özgürlük’ istediler, karşılarına ‘laiklik’ çıkarıldı.
Onlar da ne yapsınlar?
‘Laiklik karşıtı’ oluverdiler.
Çünkü laiklik adına gördükleri...
‘Demir yumruk’ idi... ‘Asık surat’ idi... ‘Yasak hemşerim’ lafı idi... ‘Geçit yok’ sloganı idi... ‘Otoriter yaklaşım’ idi...
Sonra iki şey oldu
BİR: Bin türlü engeli aşarak da olsa dindarlar ‘laik sistemle yönetilen’ ülkede söz sahibi oldu. Tam bir demokrasi kahramanı olmayı başaramasalar da ‘demokratik laiklik’ anlayışını yürürlüğe soktular. Tabii bin bir zahmetle... Böylece başörtüsüne öcü muamelesi yapmak, dindarlığın toplumsal tezahürüne rastlayınca ‘eyvah irtica geliyor’ yaygarası basmak, laikliği dini alanın sopası gibi kullanmak türü eylemler devre dışı kalmış oldu.
İKİ: 70’lerde, 80’lerde, hatta 90’larda ‘İslami bir devlet’ anlayışına kafaları yatanlar, bunun imkansız olduğunu gördüler. Çünkü devreye ‘Kimin İslam’ı?’ sorusu girdi. Mesela Taliban’ın kurduğu devlet, ‘İslam devleti’ydi ama sonuçta o devletteki uygulamalar, Taliban’ın İslam’dan anladığından başka bir şey değildi. İslam’ı Taliban gibi anlamayan Müslümanlar bile o devlette zulüm gördü... Zaten kaçınılmaz olan da buydu: İslami devlet olamazdı, ancak birilerinin İslam’dan anladığıyla yönettiği devlet olabilirdi. O devlet de elindeki kutsal referansı, her türlü baskıyı meşrulaştırmak için kullanabilirdi.
Netice şudur:
Geniş dindar kesim arasında ‘İslam Devleti’ arzusunu hâlâ canlı tutan küçük bir azınlık tabii ki var.
Ama geniş kesim, laiklikle barıştı.
Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken yalın gerçek şudur:
Dindarların barıştığı laiklik, ‘ceberut laiklik’ değil, demokratik laikliktir.
Olaya böyle bakılırsa, “Bunlar takiye yapıyorlar kardeş” türü geyikler de son bulabilir.
Neden yerli dizi izleyemiyorum
Ant içerim ki:
Amacım entellik değil.
“Küçümseyeyim de şık dursun” derdinde falan da değilim.
Birçok kere seyretmeyi de denedim.
Bu zamana kadar reytingi en fazla zıplatan, seyirciyi en fazla ayıltıp bayıltan, seyretmesem bile kahramanlarının isimlerini bilmek durumunda kaldığım birçok dizinin karşısına, olanca iyi niyetimle kuruldum.
Kendimi kaptırmak, dizi bitince sosyal medyadaki tartışmalara dalmak, yeni bölümü merakla beklemek istiyordum. İçtenlikle.
Fakat bir türlü olmadı, olamadı.
Neden mi?
ŞUNLARDAN DOLAYI
BİR: Ağır mı ağır bir akışa kendimi bir türlü kaptıramadım.
İKİ: Cihangir kafelerinde, Teşvikiye sokaklarında rastladığım oyunculara karşı bir türlü yabancılaşamadım.
ÜÇ: İhanet, zengin / yoksul çelişkisi gibi bağlamlara ilgi duyamadım.
DÖRT: ‘Köşkte yaşam’ ya da ‘gecekonduda gündelik hayat’ gibi konularda bana sunulanlara ikna olamadım.
BEŞ: İyilerin salt iyi, kötülerin salt kötü olduğu öykülere ısınamadım.
ALTI: Bize hep ‘tek tip bir genç kız dünyası’ sunulmasına ifrit oldum.
YEDİ: Vakitsizliğin ve aceleciliğin doğurduğu üstünkörülüğü fark ettim.
SEKİZ: Prodüksiyon masraflarından kaçınmaları da fark ettim.
Pera Palace’ta bir gece
Restorasyonu tamamlandığı günden beri “Pera Palace’ta bir gece... Pera Palace’ta bir gece” diye sayıklayıp duruyorum.
Ve nihayet amacıma ulaştım: Tarihi otelde bir gece geçirdim. Hem de Agatha Christie’nin doğum gününde...
Hem de yazarın kaldığı ve adına ‘Agatha Odası’ dedikleri odada...
Geceden derlediğim savruk notlar şunlardır:
Restorasyonu beğendim. ‘Ruhunu kaybettirdiler’ eleştirilerini haklı çıkaracak bir durum yok.
‘Dünyanın ikinci elektrikli asansörü’ olarak kayıtlara geçen asansöre şöyle uzaktan baktım. Orada öylece duruyor olmasının bile rahatlatıcı bir tarafı var.
Agatha Odası’nda hoş bir sürpriz: Altın Kitaplar tarafından yayınlanan bütün Agatha Christie romanları odanın başköşesinde... Duvarlarda ünlü yazarın fotoğrafları... Perdeler bir cinayet gizemi yaratsın diye kapkara... Sehpanın üstünde eski bir daktilo var.
Odada önce ‘Nil’de Ölüm’ filmini izledim. Ardından da ‘10 Küçük Zenci’ kitabını okudum. Ardından otel koridoruna çıktığımda ışıkların gerilim filmi efekti gibi yanıp söndüğünü fark etmeyeyim mi? Uykuya geçişim zor oldu tabii...
ERKEN DÖNEM MEDYA STARI
Greta Garbo da kalmış otelde... O yüzden otelin dört büyükçe odasına ‘Greta Odası’ adını vermişler.
Atatürk’ün kaldığı odaysa günün belli saatlerinde ziyarete açık...
Restorasyon sırasında mutfaktaki bir dolabın arkasında bulunan gizli bir odadan nadide gümüş çatal bıçak takımları çıkmıştı. Bunlar otelin çeşitli bölümlerinde sergileniyor.
En alt katta ‘Agatha Restoran’ var. Hani Hercule Poirot’nun herkesi toplayarak katili açıkladığı salonlar var ya... Bu restoran bende öyle bir izlenim bıraktı.
Agatha Christie takma isimle aşk romanları da yazmış. ‘Mary Westmacott’ takma ismiyle yazdığı ‘Sensiz Bir İlkbahar’ adlı romanı, yazarın 121. doğum günü şerefine Altın Kitaplar ‘dan çıktı. Okuyanlar “Hiç fena değil” diyor.
Anladığım kadarıyla Agatha Christie, bir ‘erken dönem’ medya starı... ‘Kayıp anahtar’ efsanesinden ‘11 günlük yok oluş’ meselesine kadar hepsi Agatha tarafından bilinçli şekilde planlanmış masallar gibi geldi bana... Hayatına yapay gizemler ve sırlar katarak da var olmayı denemiş. Bunu başarmış da... Günümüzde yaşasaydı kim bilir ne numaralar çekerdi.
Bir medeniyet belgeseli
Metinlerini Prof. Bekir Karlığa yazmış.
Yapımcılığını İngiltere’nin en büyük yapım şirketlerinden Lion TV üstlenmiş.
Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öncülük yapmış.
Başbakanlık Tanıtma Fonu destek vermiş.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan 200 düşünür, yazar, sanatçı, politikacıdan görüş alınmış.
Yedi seneyi aşkın bir zaman harcanmış. Çekimler iki sene sürmüş.
16 ülkede çekim yapılmış.
Gelişmiş bilgisayar grafikleri ile eski çağların şehirleri canlandırılmış.
Kısacası... Medeniyetlerin insanlığın ortak malı olduğunu, medeniyetler arası bir çatışmanın söz konusu olamayacağını, medeniyetin Mezopotamya’da doğduğunu, tarihin çeşitli evrelerinde başka coğrafyalarda yeşerdiğini, bugünkü Batı medeniyetinin Doğu’dan çok şey aldığını anlatan dünya çapında bir üstün yapımla karşı karşıyayız. Adı ‘Batı’ya Doğru Akan Nehir’ olan bu belgesel, TRT’de yayınlanacak. Dikkatinizi diri tutun derim.