1967-1974 yılları arasında bir askeri darbeyle iktidara gelen ve yedi yıl boyunca Yunanistan’a kan kusturan Cunta’nın liderleri Ocak 1975’te tutuklanmış, aynı yılın Temmuz sonunda “ağır ihanet” suçlamasıyla, yargılanmalarına başlanılmış ve 25 Ağustos’ta, yani bir aydan kısa bir süre içinde ünlü Korydallos Cezaevi’nde görülen dava sonucunda ağır cezalara çarptırılmışlartı.
Aralarında üçü Papadopulos, Pattakos ve Makarezos, kurşuna dizilerek idama mahkum olmuşlar, daha sonra Karamanlis hükümeti tarafından cezaları ağırlaştırılmış müebbed hapse çevrilerek, aynı hükümle cezalandırılan Ioannides ile aynı kaderi paylaşmışlardı. Yargılama sonucunda, bu isimlerin dışında 13 general ömür boyu hapis, 5 general 20 yıl hapis yemiş, yargılanan arasındaki iki kişi de beraat etmişti.
Papadopulos, 1999’da, Ioannides 2010’da hapisken ölmüşler, Pattakos ve Makarezos, ağır hasta oldukları için son günlerini hastanede geçirmişti. Cuntacıların, 1990 yılında af edilmeleri gündeme gelmiş ama büyük kamuoyu tepkisi karşısında Mitsotakis hükümeti aftan vazgeçmişti.
Yunan cuntacıların davası, Alman Nazi rejiminin sorumlularının yargılandığı Nürnberg mahkemelerinden mülhem olarak “Yunanistan’ın Nürnberg’i” olarak anılmıştı.
Balyoz Davası’nı “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelemek mümkün mü?
Yunanistan’da darbecilerin yargılanması, haklarında verilen hükümleri ve cezaevi serüvenlerini hatırlamak önemlidir zira yıllarca Türkiye’deki “askeri vesayet rejimi”nin devamlılığı boyunca, Türkiye’nin demokratları her vakit Türkiye’nin darbecileri ile Yunanistan’ın cuntacıları arasında karşılaştırma yapmaktan kendilerini alamamışlardı. Yunanistan’da onların yargılanması, Yunanistan’da “askeri rejim ihtimali”ni adeta sonsuza dek ortadan kaldırmış sayılıyordu. Oysa, Türkiye’de yargılanmaları bir yana, “askeri vesayet rejimi” ülkenin değiştirilemez kaderi gibi algılanır olmuştu.
Bu açıdan bakıldığında, evet, Balyoz davası, pekala “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelenebilir. Silivri’de ‘Türkiye’nin Korydallos’u” oldu. Bu davanın sonucunda, Türkiye’de askeri darbe ve askeri müdahalenin artık tarihte kaldığını düşünmek için güçlü bir neden var.
Bundan böyle, “vatanı kurtarmak” gerekçesi ve bahanesiyle “askeri darbe” hesapları güden silahlı kuvvetler mensuplarının önünde Balyoz davası, bir “caydırıcı emsal” olarak yerli yerinde kalacak.
Bu, işin “tarihe geçecek” olan tartışmasız “siyasi yönü” ile ilgili. Ancak, Balyoz Davası’nın yürütülüş tarzı ve hukuki sonuçlarına bakıldığında “adaletin yerine getirildiği”ne ilişkin yabana atılmamış kuşkular da var.
İşin bu yönü de pek tartışma götürmüyor. Yunanistan’da darbeyle iktidara gelmiş olan ve yedi yıl ülkeyi mahvederek iktidarda kalmış olan “askeri cunta” rejiminden ötürü 23 kişi yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. Türkiye’de ise “darbeye eksik teşebbüs”ten ötürü 325 asker çeşitli ağır ceza yediler.
36 beraat çıkan Balyoz Davası’nda üç komutan “ağırlaştırılmış müebbed hapis” cezasına çarptırıldı, cezaları “eksik teşebbüs” olduğu için 20 yıla çevrildi. 78 kişi 18 yıl, 214 kişi 16 yıl, bir kişi 15 yıl, 28 kişi 13 yıl 4 ay, bir kişi 6 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Bu kişilerin arasında 24 muvazzaf general bulunuyor.
Gerçekten çok ağır bir tablo bu. Dava sonucunun “siyasi anlamı” bir yana, üzerine düşen “hukuki gölge”, sahte delil iddiaları ziyadesiyle dile getirildi. Her ne kadar, “gerekçeli karar” daha bilinmiyorsa da, deliller arasında tutmayan tarihler, mahkemenin dikkate almadığı bilirkişi raporları, dinlenmeyen tanıklar davaya esas teşkil eden İstanbul 1. Ordu’daki “Plan Semineri”ne katılmadıkları halde yargılanan isimler söz konusu.
Mahkemenin, savunmanın itirazları ve karşı iddialarını pek kaale almadığı algısı öyle yaygınlaştı ki, esas itibarıyla “darbeciliğe karşı” yürütülen ve bu nedenle son derece “meşru” olan bu dava, henüz hüküm verilmeden önce, kendiliğinden tartışılır hale geldi.
Özel yetkili mahkemeler, başka örneklerde görüldüğü gibi, yürütülüş tarzları ve verdiği kararlarla zaten tartışılar hale gelmiş olduğu için, bu davada da gözüken “usul hataları” ve birtakım “aleni fauller” nedeniyle ortaya çıkan sonuç, “adalet”i ne derece yerine getirmiş olduğuna ilişkin tartışmayı kesmeyecektir.
Öne sürülen “hukuk ihlalleri”ne sağlam ve inandırıcı bir karşılık bulunmadığı taktirde, Balyoz Davası kararları “hukuken” ve “adalet” açısından “yaralı” olacaktır.
Bununla birlikte, şu “esas”ı asla unutmamak da gerekiyor: Türkiye’de “darbecilik” ve “darbeciler”, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden bu yana varolmuşlardır; 12 Mart askeri müdahalesi, 12 Eylül askeri darbesi ve 28 Şubat 1997 “Postmodern Darbesi” ile birlikte devlet yapısının içine öylesine entegre olmuşlardır ki, Türkiye’de rejimin adını “demokrasi”den ziyade “askeri vesayet rejimi” koymak daha doğrudur.
Dolayısıyla, Balyoz Davası, “askeri vesayet rejimi”ne nokta koymak, “darbe zihniyeti”ni ve “darbeciliği” ağır biçimde cezalandırmak bakımından tarihi bir anlam taşımaktadır.
Ne var ki, görülüyor ki, “darbecilik”e “darbeciler”i ağır cezaya çarptırarak nokta koymak, “hukuk ihlalleri” varsa ve yapılıyorsa, “askeri vesayet rejimi”nden “demokrasi”ye geçmek bakımından “otomatik bir güvence” sağlamıyor. Yani, Balyoz Davası’nın Yargıtay süreci ile birlikte gideceğimiz daha uzun ve çetin bir yoldan söz edebiliriz.
Yine de, “soru”ya dönersek; Balyoz Davası, “Türkiye’nin Nürnberg’i” midir?
Evet, “Türkiye’nin Nürnberg’i”dir.(Radikal gazetesinden alınmıştır)