Nisan ayında bir dizi önemli gün vardır.
Ben bugün bunlar arasından ikisi hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum: 23 ve 24 Nisan. 23 Nisan
Eskiden; "çocuk bayramı" der geçerdik. Daha sonra buna "ulusal egemenlik" de eklendi. Fakat adı ne olursa olsun 23 Nisan, 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı gündür.
Son zamanlarda; şimdi "ulusalcı" bir görüntü veren eski solcularla eskiden beri Atatürk'e pek sempati duymayan muhafazakârların ilginç bir koalisyonunu görüyoruz. Bu iki farklı dünyanın insanları neredeyse sevinç kahkahaları atarak Atatürk'ün nasıl bir "diktatör" (!) olduğunun kanıtlarını (!) sergiliyorlar.
23 Nisan'ı fırsat sayarak Atatürk'ün ulusal iradeye olan saygısını gösteren iki anekdotu; sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum.
Atatürk ve TBMM
16 Mart 1920'de; İstanbul'daki "fiili işgal" İngiltere'nin yaşam merkezlerine (elektrik, su şebekesi, postaneler vb.) el koymasıyla resmi bir işgale dönüşmüş ve bağımsızlıktan yana kimi milletvekilleri tutuklanmıştı. 18 Mart'ta Mebusan Meclisi "uygun bir zaman ve uygun bir yerde toplanmak üzere"; toplantılarını "talik etmiş." (Ertelemişti.) Aynı gün Mustafa Kemal; Meclis'i yeni seçilecekler ve olağanüstü yetkilerle Ankara'ya davet etmişti.
Meclis'in toplanması gecikiyor ve Mustafa Kemal tedirgin oluyordu. Yakın arkadaşı Yunus Nadi'nin "Her kerameti Meclis'ten beklemeyin" önerisine verdiği yanıt çok ilginçtir: "...Bir devreye yetiştim ki orada her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet ancak milli kararlara dayanmakla milletin genel eğilimlerine tercüman olmakla elde edilir... Önce Meclis sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun adına Meclis'tir... Buna iki üç şahıs karar veremez..."
(Atatürk'ün bu konuşmasını bir yazımda kullandığım için 12 Eylül sonrasında savcılığa çağrılmıştım...)
Dumlupınar Zaferi sonrasında orduya bildiri yayınlamaktadır: "...Büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına layık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti istikbalinden emin olmaya haklıdır..." (Nerede sahibimiz olan Türk milleti diyen Mustafa Kemal; nerede kendini Türk milletinin sahibi sanan sahte Atatürkçüler...)
4 Ekim 1922. İzmir kurtarıldıktan sonra ilk kez TBMM'de ve Meclis kürsüsündedir: "...Meclisimizin civanmert ve kahraman ordularının başında, bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirdiğimden dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim..."
Bunları söyleyen kumandan diktatör olabilir mi? Hiç sanmıyorum.
24 Nisan
1915 yılının 24 Nisan'ında Osmanlı Ermeni Cemaati'nin önde gelen kimi isimlerinin toplanması; dünya Ermenilerinin çok önemli bir bölümü tarafından "soykırım günü" olarak değerlendirilir ve Osmanlı'nın hesabı Cumhuriyet Türkiye'sinden sorulmak istenir.
Cemaatin bu önde gelenlerinin gözaltına alınması ve sürgüne gönderilmesinin nedeni hazırlanmakta olan "tehcir" (göç ettirme) yasasına karşı tepkilerin azaltılmasıdır.
Tehcirin bir soykırım olup olmadığı tartışmasına hiç girecek değilim. Zaten soykırım kavramı çok daha sonra;
2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bir kavramdır ve "bir ırkı yok etme çabalarının" yanı sıra; kitlesel katliamları da içeren bir kavramdır. Bu bakımdan 1915 olayları; soykırım kavramına benzetilebilir. Ancak bu konuda cumhuriyet yönetiminin vereceği bir hesap olmadığı gibi; dünya Ermenileri yanlış adrese saldırmaktadır. Tabii burada diasporadaki yaşlı Ermeniler'in Ermeni özelliklerinin yitirilmekte olduğu endişesi de dikkate alınmalıdır.
Ben bugün bu soruna tümüyle barışçı bir yaklaşım sergilemek istiyorum.
Hrant Dink'in yazılarını dikkatle izlerdim. Ancak "23,5 (yirmi üç buçuk) Nisan" yazısını atlamışım. Ümit
Kıvanç'ın Taraf'ta yayınlanan bir yazısıyla yüreğim dağlandı...
"...Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak hem Türkiyeli hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması..."
(Bugün gazetesi)