Geçen gün ‘Siyaset Meydanı’ programında İskender Pala’yı dikkatle dinledim. Büyük bir olanak sunulmuş, bütün düşünsel birikimini aktarmak için ekran ardına dek açılmıştı. Bugün ülkede hangi yazara, akademisyene, düşünüre bu olanak verilir bilmem ama, bu gücün nedeni Pala’nın 28 Şubat mağduru olmasından kaynaklı. Dindar bir asker olarak ordudan nasıl uzaklaştırıldığını anlattı ve maruz kaldığı haksızlıkları, zalimlikleri örneklerle açıkladı. Kin tutmadığını söyledi. Ekledi, “Zaten bugün her şeyim var. Allah bana verdi. Günde 2000 kişi benim kitaplarıma başlıyor.” dedi.

 ‘Muhafazakar Sanat’ kuramını geliştirmekle meşgul olan İskender Pala, bunu tuhaf biçimde temellendirdi. Esasen sorun Şehir Tiyatroları üzerinden tartışılmaya başlandı. Ama anlaşılan çok derinde bir yara vardı ve açığa çıktı, kanadı. 

 

NİCEL ÖLÇÜLER… 
Pala tüm konuşma boyunca halkın anlayacağı sanat diye bir söylem tutturdu. Bir çeşit siyasal terminolojiyle ‘Milli İrade’ kavramını öne koydu. İki örnek verdi ve tamamen çokluk üzerinden, sayısal ölçütler sundu. Birincisi Şehir Tiyatrosu’nun seyirci sayısıyla ilgiliydi. Kabaca bir tarifle bu kurumu seçkin bir kitlenin takip ettiğinden söz etti. Halkın dışlandığı vurgusu yaptı. Üstelik “Benim vergimle bu işi yapıyorlar.” dedi. Bir diğer örneği de kendi kitaplarının satış rakamlarıyla ilgili olan. Yılda bir milyon adet kitabının satılmasını bir ölçü olarak ortaya koydu. 

Estetik, edebiyat kuramı, düşünsel akla gelebilecek hiçbir değerlendirme bir yapıtı ‘nicel’ biçimde tartmaz. Başka türlü söylersek, bir sanat yapıtının kitlesel olması, büyük beğeni toplaması onun değerli olduğu anlamına gelmez. Elbet tersi de mümkündür. Bir sanat yapıtının az satması, sınırlı izleyiciyle buluşması da onun değerli olduğu anlamına gelmez. Ya da çok izleyici/dinleyici/okur edinen bir yapıt da değerli olabilir. Ancak ölçüm için sayısal bir değerlendirme yapılamaz. Tüm varlığını bu tür sayısal veriler üzerine kuran hiçbir sanatçı, tezlerinde haklıysa bile, bunu haklı çıkaramaz. Akademik, sanatsal bir çevre bu türden değerlendirmelere yüz vermez. 

Eğer tiyatro sanatı sayısal veriler üzerinde değerlendirilirse, rahatlıkla televizyon dizileri de bu kapsama alınıp, en iyi ürünler olarak sunulabilir. Sinemanın en iyi örnekleri bile bir milyon kişiye zor ulaşırken, dizilerin her akşam milyonlarca insanın yaşadığı evlere girmesi, büyük bir eser olarak anılmaları hakkını verir. Hatta tiyatroya gerek kalmaz. Bedavadır. Üstelik birçok oyuncu tiyatrocudur, hele ki sit-comlar tamamen teatral kurgulardır. Ne diyeceğiz yani Çehov yerine Yalan Dünya mı izlesin insanlar! 

 

OĞUZ ATAY VE AZİZ NESİN NE OLACAK?

Eğer sayısal veriler bunca önemliyse iki örnekle bunu iyice tartışmalıyız. Oğuz Atay edebiyatımızın en büyük ve aykırı romancılarından biri! ‘Tutunamayanlar’ı yazdığı dönem yayıncı bulamamış, yayınlandıktan sonra üç beş adet satılmış ve ağır eleştiriler almıştır. Ne diyeceğiz şimdi; iyi roman mı, kötü roman mı? O gün okur fark etmediğine göre kötüydü, bugün nerdeyse her evde bir tane bulunduğuna göre mükemmel roman.  

 

Aziz Nesin ateist, solcu bir mizahçıydı. Bu toplumla başı hoş değildi bir yanıyla. Ama öte taraftan yazdıklarıyla ‘Tam Aziz Nesinlik olay’ deyimini yaratan, ‘Zübük’ türü kavramlar üretilmesine neden olan ve her dönem çok satan bir yazar. Eğer ölçü çok satmaksa dünya birincisi nerdeyse. Ama biz Nesin’in sayısal gerekçelerle değil, yazdıklarının edebi değeriyle ölçüyor, kavramaya çabalıyoruz. ‘Muhafazakar Sanat’ kavramını yaratan Pala bu türe uygun olmayan iki örneğe nasıl bir ölçütle bakacak da, biz değerlerini anlayacağız? 

 

BENİM VERGİM, BENİM BAKANIM ANLAYIŞI…
Gelelim Şehir Tiyatrosu’na. Pala diyor ki, bu kurum halktan alınan paralarla işliyor ve doğal olarak onun taleplerini karşılamalı. Oradaki sanatçı aklına estiğini, keyfine geleni yapamaz. Eğer parasını kamudan oluyorsa geleneksel yapıya, örfe, adete, ahlaka uygun ürünler vermelidir. Yayında buna benzer tezler öne sürdü. Neresinden tutsanız, elinizde kalacak bir yaklaşım. 

Toplumun sanat gereksimi var mıdır? Eğer varsa, bu nasıl saptanır ve nasıl ürünler oluşacağına kim karar verir? Dünyanın hiçbir yerinde tartışılmayan bir sorunla karşı karşıyayız. Örneğin, toplumun büyük çoğunluğu sulu güldürüler istiyorsa, müzikli, şarkılı ve küfürlü oyunlar talep ediyorsa, Pala buna ne yanıt verecek? Şiir diye tekerlemeleri seviyorsa, şarkı diye gürültü dinliyorsa, resim diye ucuz manzara çiziktirmelerine bakıyorsa ne yapacağız? 

Sanat toplumun tüm itirazına dair gelişir. Sanatçı sezgileriyle yönünü bulur ve akademik bir kaygı olmadan üretir. Zaman ayıklar. Büyük kurumlar geleneğini, estetik ölçüsünü zaman içinde bulur. Toplum adına görev yaparlar. Toplumun birikimini kendi işleyiş ve ölçütleriyle biçimlendirir ve sunarlar. Tek adam anlayışının getirdiği “Benim bakanım” söylemiyle sanatçıya yaklaşılmaz. Dahası, siyasal partiler ve iktidarların görevi bu kurumları ıslah etmek değil, tersine özgürlüğünü sağlamak, tartışma ortamını, üretim zenginliğini korumaktır.

 

AHLAKİ ÖLÇÜLER…
Yaşamında hiçbir sanat olayına tanıklık etmemiş biri, geleneksel bir söylemle sanat yapıtına dair bir ölçüyü, ahlakı arayabilir. Oysa biz biliyoruz ki toplumsal bakışın oluşturduğu ahlaki dil ve ölçülerle sanat yapıtı kavranamaz. Sahneye çıplak çıkan bir oyuncuya cinsel bir varlık olarak bakmak, sanat yapıtına dair hiçbir deneyim edinmemiş olmak demektir. Bu durumda oyuncuyu değil, izleyiciyi dönüştürmek/değiştirmek/geliştirmek gerekir. Ya da bir sevişmeyi gösteren resim ya da heykele bakamamak olsa olsa kişinin eksiğidir. Sanat yapıtına dair bir sorun olamaz. Sanat nesnesinde bu türden bir ölçü aramak ya bu süreçlerden, birikimden haberdar olmamaktır, ya da sanatsal bir deneyim yaşamamanın acemiliğidir.
 

Sanat yapıtı kimi zaman irkiltir, kimi zaman anlamak için zaman gerektirir, bazı durumlarda duygulanmalar sağlar, sevinci, hüznü duyumsatır. Bazısı neşelendirir. Tümü insana dair bir aramanın, paylaşmanın ürünüdür. Milletsiz ve dinsizdir. İnsanlığın ortak birikimine katkıdır. Tüm bunları bir kenara koyup, kendince bir güzellik/estetik ve ahlaki ölçüyle yaklaşmak hem tuhaf, hem ayıptır. Bu akıl insanlığın değerlerinden kopmak, uzak kalmak demektir. 

En dindar, tutucu sanatçı bile eğer kalıcı bir yapıt vermişse ilerici, yenilikçi, devrimcidir. Sanat yapıtı ya böyledir ya da sanat yapıtı olamaz!

(BirGün)