Son zamanlarda yabancı ziyaretçi yağmuruna uğruyorum. Sadece geçen hafta İspanya, ABD, Yunanistan, Japonya ve ta Avustralya'dan gelen akademisyen, analist ve diplomatların ortak sorusu şuydu: Türk dış politikasında ne oluyor? Okurlarım onlara verdiğim cevabı merak edebilir. Özetle şöyle:
Soğuk Savaş boyunca Türkiye'nin dış politikası hemen tamamen Batı'ya endeksliydi; NATO ittifakına ve Avrupa'yla entegrasyon hedefine bağlılık ilkelerine dayanıyordu. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, Batı ittifakı açısından değerinin azaldığı algısı, müttefikleri nezdinde insan hakları ve demokrasi performansının sorgulanmaya başlaması, AB üyeliği için bekleme sırasında çok gerilere düşmesi Ankara'da yaklaşık on yıl sürecek bir kafa karışıklığı dönemine yol açtı. Bundan AKP iktidarıyla kurtuldu. Mimarlığını Ahmet Davutoğlu'nun yaptığı, Soğuk Savaş sonrası bölge ve dünya koşullarına uyumu öngören "komşularla sıfır problem" politikası benimsendi.
Sorunları diyalog yoluyla ve karşılıklı ekonomik bağımlılığı arttırarak çözme liberal ilkelerine dayanan "sıfır problem" politikasının iki temel hedefi vardı: Bölge ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkileri arttırmak suretiyle hem büyümeyi desteklemek, hem de içeride demokrasiyi, dışarıda ülke güvenliğini sağlamlaştırmak. Bu iki temel amaçla Ankara, bir yandan bütün komşularıyla olan sorunlarını ya çözdü ya da görüşme masasına yatırdı; öte yandan bölgede çatışma, savaş riskini azaltmak için sorunlu taraflar arasında diyaloga yardımcı olmaya çalıştı. Bu politika, AB'nin izlediği "komşuluk politikası"ndan da esinleniyordu ve Türkiye'nin AB'ye her açıdan yakınlaşmasına yardımcı oldu: Ekonomi büyüdü, demokrasi ilerledi, Türkiye bölgesine esin kaynağı haline geldi.
"Sıfır problem" politikası sadece hükümetler değil, halklar arasında yakınlaşmayı da içeriyordu. Ticaret, turizm, kültürel alışveriş, televizyon dizileri, vesaire aracılığıyla toplumlar birbirine yakınlaştı. Her yerde, ama özellikle Arap Dünyası'nda Türkiye'nin imajı kökten değişti. Müslüman Demokrat bir hükümet yönetiminde ekonomisi ve demokrasisi güçlenen, İslam dünyasına sırtını çevirmeyen, AB'yle katılım müzakerelerine başlayan, ABD'ye hayır diyebilen, İsrail'e yanlışlarını hatırlatabilen bir Türkiye'nin Arap sokağındaki imajı olumluya döndü. Bir esin kaynağı olarak Türkiye'nin Arap Baharı'nda "tuz"u var.
Ne var ki Arap Baharı (Tunus, Mısır, Libya'da otoriter rejimlerin yıkılması, sıranın ötekilere gelecek gibi görünmesi) bölgede kartları yeniden dağıtıyor. Denebilir ki Arap Baharı, Türk dış politikası açısından Soğuk Savaş'ın sona ermesi kadar köklü bir ortam/bağlam değişikliğine yol açmakta. Bu yeni dönemde Ankara, Başbakan Erdoğan'ın Arap Baharı ülkelerine yaptığı ziyaretlerde sinyalini verdiği, "Ortadoğu'da bir demokrasi ve laiklik odağı olarak Türkiye" rolünü vurgulamaya yöneliyor. Ne var ki, bu rolü oynayabilmesi için Kürt-PKK sorununu çözmek; Arap Baharı ülkelerine önerdiği, ateistler dahil bütün inançlara eşit mesafede duran devleti hayata geçirmek mecburiyetinde.
Ankara'nın dış politikasının Batı'nın aklı başında hükümetlerini rahatsız ettiğini düşünmüyorum. Ankara, Tahran'la diyalog kanallarını açık tutan yegane Batı ittifakı üyesi olarak yanlış mı yapıyor? İsrail hükümetine yanlışlarını hatırlatma cesaretini bulan yegane Batı ittifakı üyesi olmasının Washington'u bir bakıma memnun etmediğini mi sanıyorsunuz? Arap Sokağı'nın Tahran'a mı, yoksa Ankara'ya mı saygı duymasını tercih edersiniz? Eğer Muammer Kaddafi ve Beşar Esad dinlemediyse, Ankara'nın onları aklı selime davet etmesi yanlış mıydı? Türkiye doğmakta olan Arap demokrasileriyle bir "demokrasi ekseni" kurarsa, bu Batılı müttefiklerinin aleyhine mi olur? Nihayet, eğer bugün Türkiye-AB ilişkilerinde tıkanma yaşanıyorsa, bunun esas sorumlusu Ankara mıdır, yoksa Bay Sarkozy, Bayan Merkel ve onlara güvenen Güney Kıbrıs hükümetleri mi?