Bu kelime hakkında, bu satırları okuyan hemen herkesin yeterli veya yetersiz bir ön bilgisi vardır; özellikle Irak'ın işgalinden ve Amerikan yönetiminin Irak'ı parçalamasından sonra Bağdat merkezli Arap idaresi ile kuzeyindeki Kürt otonom mıntıkası arasında paylaşılamayan bir şehir olarak dikkat çekmişti Kerkük. Paylaşılamıyordu çünkü XX. yüzyılın başlarından beri Kerkük'ün zengin ve kaliteli petrol rezervlerine sahip olduğunu duymayan kalmamıştı. Kerkük bir mânâda bölgede neft diye adlandırılan petrole lânet etse yeridir. Zengin petrol yatakları Kerkük'e saadet vermedi; baskı, kıt'al ve acılarla yoğurdu bu eski Türkmen şehrini.


Kerkük'ten, genç bir üniversite öğrencisi olarak geldiğim Ankara'da haberdar oldum. Ülkücü gençlik çevrelerinde Kerkük, kötü ve acı haberlerle hatırlanan bir şehirdi. Kerkük'ten, Tuzhurmatı'dan, Musul'dan Türkiye'ye gelmiş Türkmen arkadaşlarımızdan Kerkük'ü dinledik, bir nebze olsun kulaktan tanıdık. O günkü söylenişle "Esir Türk dünyası"nın en yakınımızdaki nümunesi olan Kerkük, Turan ülküsünün en elle tutulur timsâli idi.


Buna Kerkük'ü tanımak ve bilmek denir miydi? Elbette yetersizdi, romantik bir alâkaydı; Türkmen bölgesinde Araplaştırma politikası güden Irak yönetimine ateş püskürüyor, 1959'un uğursuz 14 Temmuz günü, onlarca Kerküklü toplum önderinin resmî bir inisiyatifle bilinçli ve bir düzen dahilinde katledilmesini lânetliyor fakat Kerkük hakkında ilmî, etraflı ve doyurucu bir mâlumattan uzak bulunuyorduk. Kerküklü arkadaşlar ülkeye giriş çıkışlarının hâlâ sıkıntılı olduğunu, her izne gidişte bir daha Türkiye'ye dönmelerinin mümkün olamayabileceğini söylüyorlardı.


Birkaç broşür büyüklüğünde kitap, birkaç dergi yazısı, Kerkük'ü hiç görmemiş Ülkücü abilerimizin yazdığı Kerkük şiirleri ve ülküdaş gecelerinde illâ ki her solistin seslendirmek zorunda olduğu Kerkük türküleri. Sadece türküler vardı; yanık Kerkük türküleri, Kerkük hoyratları...


Bir gün Kerkük'ü dünya gözüyle görmek nasib oldu. 2008 yılında beş kişilik gazeteci kafilesi ile birlikte tedirgin bir hâletle Kerkük'e yaklaşırken ta uzaklardan geniz yakıcı petrol kokusu bize merhaba dedi. Kerkük'e girdik. Kerkük evde yok gibiydi; harap ve bîtaptı. Çok gergindi ve sefalet içindeydi. Kerkük Kalesi'ni alelacele gezip birkaç fotoğraf çektikten sonra gece kararmadan Süleymaniye yollarına düştük.


Mimar ama misyonu Kerkük


Geçen hafta postadan çıkan büyükboy kuşe kağıda basılı "Kerkük'ün sesi; Abdülvahit Küzecioğlu" isimli kitabı ve ekindeki CD'yi karıştırırken eski hatıralarım canlandı. Kitap Kerkük vakfı tarafından yayınlandı; yazarı âşinâ ve dost bir isim, Prof. Dr. Suphi Saatçi. Prof. Saatçi Mimar Sinan Üniversitesi'nin öğreti üyelerinden, mesleği mimarlık ama misyonu Kerkük. Kerkük'ün sesini duyurmak için yeri gelince bir müzikolog, dilbilimci, tarihçi, folklor derlemecisi, bir eğitimci gibi kolları sıvayıp işe girişiyor. Küzecioğlu kitabı, Kerkük Türkmenleri arasında devrin Celâl Güzelses'i kadar tanınmış ve sevilmiş bir sanatçının hayat hikâyesini, eserlerini, yetiştiği iklimi anlatırken arka planında vakur bir incelikle Kerkük'ün hazin talihini resmediyor.


Irak'ın ortasında şehirli bir Türkmen birikimi


Kitabı bir solukta heyecanla okurken bildiğim bir hususu yeniden hatırladım. Kerkük, Misak-ı Millî hudutlarının dışında, tamamen "Şehirli" bir kültür odağı ve ocağı durumunda. Eserde, Kerkük'te icra edilen musikinin yapısı ve kökleri tartışılırken farkediyorsunuz ki Kerkük Musikisi, bizdeki halk musikisini andıran tarzda eğitim görmemiş insanların bağrından kopan tabii bir feryat olmakla kalmıyor; iyi eğitimli kültür adamları tarafından temsil ve icra ediliyor ve teorisi yapılıyor. Sâkin zamanlarında Kerkük'ün olanca yoksulluğuna rağmen aynı Şanlıurfa, Gaziantep, Diyarbakır ve Elazığ gibi cemiyetleşme yoluyla kendini isbat ve takdim eden bir seviye gösterdiğini farkediyoruz. İşte Abdülvahit Küzecioğlu böyle bir musiki ve kültür ocağının yetiştirdiği en parlak ses, en ehliyetli kültür temsilcilerinden biridir. Türkiye'ye defalarca konser ve ziyaret amacıyla gelen Küzecioğlu'nun seslendirdiği eserler ve verdiği canlı konserler, o yıllarda Türkiye'nin müzik dünyasında da yankılanmış, seslendirdiği eserler devrin meşhur türkücüleri tarafından da icra edilerek pek sevilmişti.


Hele hele bir "Çakmağı çak, çıranı yandırmamışam" türküsü var ki, kitapta anlatılan şeklinin ne kadar doğru olduğunu bilmemekle birlikte kısaca nakledeceğim.


Zeki Müren, Muzaffer Akgün'ü kıskanmış mıydı?


60'lı yılların sonlarında Küzecioğlu'nun tanıtıp sevdirdiği "Çakmağı çak" türküsü, sadece radyo repertuvarına girmekle kalmıyor, o günlerde pek canlı olan gazino aleminde de solistler tarafından okunuyor ve dinleyiciler o esere sıra geldiğinde çakmaklarını çakarak esere eşlik ediyorlardı.


Devrin ünlü gazinosu Maksim'in assolisti Zeki Müren'den hemen önce sahneye çıkan Halk musikisi sanatçısı Muzaffer Akgün, hergün programında bu türküyü söylüyor, türküye sıra geldiğinde gazinonun ışıkları söndürülüyor ve dinleyiciler çakmaklarını yakarak coşkuyla türküyü dinliyorlardı. Bu durumu gören Zeki Müren'in, bir ihtimal büyük sanatçı kaprisine kapılarak duruma müdahale ettiği, türkü icrası esnasında ışıkların söndürülmesini engellendiği anlaşılıyor. Muzaffer Akgün, duruma şahit olunca kırılıyor ve sahneye çıkmıyor.


Ertesi gün gazinosuna gelen "Gazinocular Kralı" Fahrettin Arslan, müşteri azlığını farkedip sebebini sorunca kendisine hadise anlatılıyor. Fahrettin Arslan doğruca Zeki Müren'in odasına yöneliyor, sert bir tartışma yaşanıyor ve Arslan, Zeki Müren'in gazino programını sona erdiriyor; özel kıyafet ve sahne kostümleriyle üstelik yağmurlu bir gecede Müren gazinoyu terkediyor. Hadiseyi Fahrettin Arslan'ın oğlu Sacit Arslan'ın bir televizyon programında anlattığını kitaptan öğreniyoruz. Galiba o geceden sonra Müren'le Arslan'ın arası hiç düzelmemiş.

  Abdülvahit Küzecioğlu


Bu değerli eser, Türkiye'nin müzikoloji birikimine çok değerli ve nadide bir katkıdır. Eserde önce devrin Irak müziğinin genel yapısı ve kurumlaşması anlatılmış, bu bölümde dahi virtüozu Şerif Muhittin Targan'ın, Mesut Cemil'in ve daha sonra rahmetli Cinuçen Tanrıkorur'un Bağdat Konservatuarı'nın kuruluş ve gelişme safhasındaki katkıları da dikkat çekiyor. Sonraki bölüm Küzecioğlu'nun hayat hikâyesini, çok dikkat çekici fotoğraflarla veriyor. Üçüncü bölümde tam bir ilmî dikkatle Abdülvahit Küzecioğlu'nun okuduğu ve kaynaklık ettiği bütün eserlerin dökümü (Repertuvar) liste halinde sunuluyor. Ek kısmında ise Küzecioğlu'nun okuduğu taş plakların fotoğrafları yer alıyor.


Aziz dostum Suphi Saatçi'yi bu güzel ve nadide eserinden dolayı tebrik ediyorum. Kerküklü aydınlar, birer kültür elçisi gibi gayret göstererek Kerkük'ün şahsiyeti ve hatırasını yaşatmaya çalışıyorlar. Sa'yleri meşkûr, himmetleri var olsun.


Not:
Kitap hakkında (Kerkukvakfi.com) adresinden daha etraflı bilgi edinebilirsiniz. Küzecioğlu'nun eserlerinden yapılmış bir seçme, kitapla birlikte CD olarak verilmektedir.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)