Bu yılın başında "İstanbul'u yazacaktım..." başlıklı yazım yayınlandıktan sonra bir gazeteci, şu anda kim olduğunu hatırlayamıyorum, "Ankara'da yaşamak ve İstanbul'u özlemek nasıl bir duygu" diye sormuştu ve cevabını yazılı olarak beklediğini söylemişti. Doğrusu yoğunluktan dolayı cevap verememiştim ama bir süre zihnimi meşgul etmişti o soru ve kendi kendime sormuştum, sahi beni İstanbul'a bağlayan ne?
Son günlerde "İstanbul'un silueti bozuluyor önlem alınsın" çağrıları gazetelerde sık sık yer almaya başlayınca yeniden düşündüm İstanbul'un kalbimde neden ve nasıl bu kadar yer ettiğini. Yeniden hatırladım Romanya'dan İstanbul'a ilk gelişimi, İstanbul'daki ilk günlerimi, nasıl büyük bir merakla her yanını görmek, dolaşmak istediğimi. Parke taşıyla döşeli daracık sokaklarını nasıl heyecanla adımladığımı... Kısa sürede daha çok yer görmek için hızlı yürümekten yokuşlarda nasıl nefessiz kaldığımı...
Bu uğurda, o zamanki temizlik işçilerinin grevi yüzünden biriken çöp yığınlarının havaya yaydığı keskin pis kokulara nasıl aldırmadığımı... Binadan binaya gerilen ipler üzerine asılarak kurumaya bırakılan çeşit çeşit rengârenk yeni yıkanmış çamaşırları, adeta sokakların parti bayraklarıyla donatıldığı seçim dönemi kampanyalarını hatırlatan o görüntüleri nasıl şaşkınlıkla ve ilgiyle seyrettiğimi...
Hele en fazla dört beş katlı binaların olduğu o sokaklarda kadınların ekmek, süt peynir, gazete gibi ihtiyaçlar için evin penceresinden aşağıya doğru iple sarkıttıkları sepetleri sallayarak bakkal dükkânının camına değdirmeye çalışmalarını hiç unutamam.
Sepeti fark eden bakkal hemen dışarı çıkar, önce sepete bakar, sepette siparişin yazılı olduğu bir kâğıt göremezse gözlerini yukarıya çevirir ve yukardan yüksek sesle bağıran, bir yandan da kaç kişinin dikkatini çektim acaba diye merakla sokaktan geçenleri bakışlarıyla süzen kadının ne dediğini anlamaya çalışarak siparişleri alırdı.
Siparişini sepete koyduğu bir kâğıtla yazılı gönderen bazı kadınlar da pencereden aşağıya perde arkasından bakarak bakkalı gözler siparişin sepete konulmasını sessizce beklerdi.
Sokaktaki karşı karşıya binalarda pencereden pencereye birbirine seslenen, oradan gelip geçenlere hiç aldırmadan yüksek sesle koyu bir sohbete dalan kadınların o sevimli rahatlığını da hiç unutamam.
Ne zaman bunları o günlerin İstanbul'unu düşünsem hemen çocukluğuma gidiyorum. Elbette ben Romanya'da kimsenin karşı binada oturan komşusuyla pencereden pencereye bağıra bağıra sohbet etmeye kalkıştığını hiç görmedim ve zaten ne bunu yapmak ne de apartmanın zemin katındaki bakkala gitmek için aşağıya inmek yerine yukardan sepet sarkıtmak Romanya'da hiç kimsenin aklına gelmez.
Ancak ben çocukken Romanya'da sinemada ve televizyonda severek izlediğim İtalyan ve İspanyol filmlerindeki oyuncu karakterlerinin, hayat tarzının, diyalogların neredeyse aynısını birebir İstanbul'da görmüştüm, hayatın sesinin bütün canlılığıyla yükseldiği o İstanbul sokaklarında. Bu yüzden çocukluğuma gidiyorum hemen, çocukluğumun sinemalarına, o İtalyan İspanyol filmlerine.
Tabii ki İstanbul'daki ilk günlerimde gördüklerim ve bana farklı duygular yaşatan sadece hayat dolu İstanbul sokakları değildi. Her köşesinde muhteşem camileri, medreseleri, köşkleri sarayları hatta mezar taşlarıyla geçmişten geleceğe uzanan, insana ruhunda hayatı adeta an be an tekrar tekrar yenileyerek hissettiren bir medeniyetin resmini de gördüm. Bu resmin özellikle denizden İstanbul'a bakarken görünen haline İstanbul silueti diyorlar. Son yıllarda o hayat dolu dört beş katlı evler ya da işhanları yerine onlarca katlı dev kuleler mantar gibi öyle çoğalmış ki, artık "İstanbul'un silueti bozuluyor önlem alınsın" çağrıları yapıyor; İstanbul'u seven, İstanbul'un o meşhur siluetini hayran olan herkes.
Evet, artık çöp yığınları birikmeyeli yıllar oldu ve o çöplerin havaya yaydığı keskin pis kokular da yok ama onların yerine şimdi beton yığınları var. Pis koku yok ama pis görüntü var ve çözüm için gözlerimizi kapatmak sadece gülünç olur.
Daha gülünç ve acı olanı ise sanki bu vahim manzara hiç yokmuş gibi düşünce adamlarımız, sanat adamlarımız, özellikle de siyaset adamlarımız sürekli o büyük medeniyetin lafını ediyorlar. Yedi iklim üç kıtada bizim medeniyetimizin izleri var deyip gururlanabiliriz elbette buna kimsenin bir şey dediği yok ama bunu söylerken burnumuzun dibindeki vahameti de fark edelim lütfen.
Bunu fark etmeyip "Kanalİstanbul" gibi çılgın hayallerle avunursak daha nice yara alır daha çok kanar İstanbul. Bir yandan Balkanlar'dan Afrika'ya, Orta Asya'dan Kafkasya'ya kadar medeniyetimizin her yerdeki izlerinden, onları canlandırmaktan bahsederken diğer yandan bu büyük medeniyetin başkenti olan İstanbul'un yağmalanmasına seyirci kalanlar bir gün kendilerinin de o beton yığınlarının altında kalabileceklerini hiç mi düşünmüyorlar. Hiç mi hatırlamıyorlar Üstad Necip Fazıl'ın "Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar" mısralarıyla başlayan o muhteşem "Canım İstanbul" şiirini.
Evet, İstanbul bizim ruhumuz, İstanbul bizim canımız. Geç olmadan köklü bir çözüm için cesur adımlar atılmalı. Bu yapılmadıkça Ankara yerine İstanbul'da da olsam dinmeyecek içimdeki o İstanbul hasreti...