Bizim Temel, çok başarılı ve birliğinde örnek gösterilen bir askermiş…
Komutanı, diğer askerlere bir şey öğreteceği zaman, Temel’i birliğin önüne çıkarıp konuyla ilgili sorular sorar; aldığı cevaplardan sonra da, birliğe dönüp, “işte, sizde Temel gibi olun” dermiş...
Komutan yine bir gün, Temel’i birliğin önüne çağırıp sormuş;
- Söyle bakalım Temel, düşman önden gelirse ne yaparsın?
- Tam siper yatarım ondan sonra tüfekle tararım.
- Arkadan gelirse ne yaparsın?
- Ters takla atar yine tararım.
- Yukarıdan gelirse ne yaparsın?
- Sırtüstü yatar, uçaksavarla indiririm oni!..
- Sağdan gelirse ne yaparsın?
- O tarafa yuvarlanır, yine tararım.
- Ya soldan gelirse ne yaparsın?
- Ula Komutanım!.. Bu orduda benden başka asker yok midur?..
…
Ben, psikolojide “A tipi kişilik” olarak tanımlanan biriyim… Durumdan vazife çıkarmayı, sorun çözmeyi, başarmayı, rekabet etmeyi ve sonuna kadar mücadele etmeyi severim…
Tehlikeden kaçarak değil, bertaraf ederek kurtulmayı yeğlerim.
İşleri mümkün olan en kısa sürede yapmayı isteyen, zamanı boşa harcamaktan hoşlanmayan, baskı altına girmekten korkmayan, aynı anda birden fazla işle meşgul olmayı tercih eden bir yapım var…
Beni bilenler bilir…
İşte bu karakterim gereği, hayatım boyunca görev almaktan, sorumluluk üstlenmekten asla kaçmadım… Yani rahatıma, keyfime düşkün değilimdir… “B tipi kişiliklerin” aksine, yorulmak bana daha fazla bir haz verir…
Fakat, sonuçta etten ve kemikten yaratılmış aciz bir canlıyız… Bu performansı nereye kadar sürdürebiliriz ki…
Yazılarımı takdir eden dostlarımdan, “şu konuya da değin, şunun hakkında da yaz” türünden güzel mesajlar alıyorum… Hem de çok sayıda!
Bu insanlar; hayatlarını olumsuz etkileyen sorunların bir an önce çözülmesini bekliyor… Muhataplarına seslerini duyurmak istiyor…
Bizim yazılarımızı da bu yolda bir fırsat gibi görüyor…
Kişiliğim nedeniyle bu çağrılara kayıtsız kalmam mümkün değil haliyle…
Elimden geldiği kadar, ulaşabildiğim kanallarda yazıyorum…
Ancak; bizim Temel’in dediği gibi, bu memleketin tek yazarı ben değilim ki!...
Bu talepler sadece bir kişinin yazmasıyla, çizmesiyle gerçekleşemez…
Gündem yaratmak ve kamuoyu oluşturmak için aynı anda çok fazla kişinin birlikte hareket etmesi lazım…
Basının, devlet kurumları ve yetkililer nazarında bir “erk” olabilmesi, farklı yayın organlarının aynı toplumsal duyarlılıkla hareket etmesine bağlıdır…
Biz buna kitaplarda “sosyal sorumluluk” diyoruz… Etik diyoruz, iş ahlakı diyoruz…
Bir konu hakkında, hem ulusal hem de yerel medyada, aynı duyarlılık oluşmadığı takdirde, “basın gücünün” doğması mümkün değildir!...
Manşetin değil, manşetlerin bir değeri vardır… Manşet satın alınabilir ama, “manşetler” kolay kolay satın alınamaz… (Basında tekelleşme veya kartelleşme olmaması şartıyla tabi ki…)
İşini kurallarına göre yapan, toplumsal duyarlılık taşıyan, meslek ilkelerinden ödün vermeyen insanların varlığı, bir memleket için hava ve su kadar değerlidir…
Basın mesleği başta olmak üzere diğer tüm meslekler için de durum aynıdır…
Bu anlamda, çevrenizde yetki ve sorumluluk taşıyacak insanları seçerken daha dikkatli olmak zorundasınız…
İşi savsaklayan, çözümü erteleyen, insanların beklentilerine duyarsız, pratik çözümden habersiz, zamanı hoyratça harcayan, rahatına ve keyfine düşkün tipleri o görevlerden uzak tutmanızı öneririm…
Yani, psikolojinin “B tipi” diye tanımladığı kişiliklerden…
Bu kişilik özelliklerini sergileyen insanlar, kaç diploma sahibi, kaç unvan sahibi olursa olsun, size zaman kaybından başka bir şey getirmezler…
Sizin için elini sıcak sudan, soğuk suya sokmazlar…
Hiçbir riske girmez, tabiri caizse yaralı parmağa bile bevletmezler!
Ortalık yanarken, aynanın karşısına geçip saçını taramaktan çekinmezler!
Siz kan ve ter içinde didinirsiniz, çalışıp çabalarsınız, ortaya bir sofra kurarsınız;
Onlar, o sofraya sizden önce otururlar!...
Topladığınız ve önlerine koyduğunuz onca rızıktan bir lokmayı bile size hak görmezler!...
Allah razı olsun, demezler…
Neticeye gelecek olursak:
Bizim ülkemizde, işte bu nedenle, “çalışan ile yatan” arasında, başka bir ifadeyle, “sebep ile sonuç” arasında ciddi bir kopukluk var:
- Kül kedisi misali, sebep olanları sonucu paylaşırken göremiyoruz,
- Mirasçı misali, sonucu sahiplenenleri sebep olurken göremiyoruz…
Anlayacağınız; savaşmak bizim Temel’e, Arapların dediği gibi hurma tiridi yemek de Dursun’a nasip oluyor!...
Karakteri gereği sorumluluktan kaçamayanlar, akıttıkları terin içinde boğulup, düzene kurban ediliyor…
Arkalarından “rahmet” bile okunmuyor!
Ne yapalım; demek ki, “zamanın adaleti” artık böyle!