Yüksek topuk korse ve kurşun...

BU yazı yazıldığı sırada Mehmet Eymür gözaltına alınmıştı. Ancak kaderin ya da hukukun ağlarını nereye kadar öreceği henüz belli değildi.

O halde daha önemli olan diğer konuya geçelim: Hayrünnisa Gül'ün ayakkabılarına...

Nitekim, İngiliz Daily Mail'in gözünden kaçmadı, "Kraliçe, Bayan Gül'ün yüksek topuklu ayakkabılarına bakmadan edemedi ve açıkça tökezleyip düşmesinden endişe etti" diye yazdılar.

Zaten uzun boylu olan Hayrünnisa Gül'ün teamüllerin elverdiği ölçülerden çok daha yüksek topuklarla görünmesi öteden beri pek çok kişinin dikkatini çekmekte. Bu tercihin sebebi Hayrünnisa Hanım'ın güzellik anlayışı mı, zarafet algısı mı, çözülememiş bir muamma. Ancak taş atan Daily Mail olunca insanın içi kaşınıyor. Zira Avrupalı kadının tarihi, dönemin güzellik ve zarafet algısına kurban edilmiş konforun tarihidir biraz.

Boyalı basın, bunu da yaz... 

'ÜRÜNLERİMİZ NEFES ALMAYA ELVERİŞLİDİR'

Ortaçağda bir Fransız kraliçesi, hizmetindeki kadınlara "Bel ölçünüzü 25-33 santimde tutun!" diye emredebiliyordu. Bu ölçüler deriden, demirden ve balina kemiğinden yapılmakta olan korselerle sağlanıyordu. 1840'lara gelindiğinde az çok soylu her kadın, tabiplerin ısrarlı uyarılarına rağmen kitleler halinde "korse"ye akıyordu. Büyük ıstıraplar pahasına.

Viktorya döneminde yapılan otopsiler, korselerin kadın vücuduna verdiği zararı ortaya koymuştu. Bazı raporlar karaciğerin resmen ikiye bölündüğünü söylüyordu. Korse giyen kadının sırt ve karın kasları öylesine zayıflıyordu ki, zavallı kadın korsesiz dik oturmayı başaramıyordu. Dönemin kibar kadınlarında görünen ve giderek bir stile dönüşen "bayılma"ların arkasında korselerin nefes almaya izin vermemesi yatıyordu. Bu yüzden olsa gerek, 1851 'de İngiltere'deki bir korse sergisinde lanse edilen Corset Amazon'u ürütenlerin övündüğü şey şuydu: "Nefes almaya elverişlidir." Hamile iken korse giyme ısrarı birçok ölü doğuma neden oluyordu. 1850'de Doktor Copeland adında bir tabip, yazdığı kitapta korsenin kadın rahmine de zarar verdiğini anlatıyor ve bu nesneyi gelecek nesillerin katili olarak damgalıyordu. Ama fayda etmedi. Kadınlar uzun bir süre daha korselere tıkılmaya devam ettiler. 

HEM İÇTİM HEM SIVADIM!

Ortaçağda kadın intiharlarının nedenlerinden birinin ayna kullanımının yaygınlaşması olduğu iddia edilir. Kilisenin "şeytan işi" olarak yaftalamasına rağmen, kadınların aşk-nefret döngüsü içinde bağımlı hale geldikleri ayna, kozmetik ve bakım ürünlerini de peşinden sürükledi. Kraliçelerin ilk bakım ürünleri eşek sütü, yaban domuzu beyni, kurt kanı ve timsah salgı bezleri gibi manasız şeylerdi; ya da Kuzeyli dolandırıcı Gösta'nın İngiltere'deki soylu bayanlara sattığı şişelenmiş "ceylan ruhu" gibi yarısı idrar, yarısı hayal olan mistik terkipler.

Sonra korkunç bir şey oldu: Venedik Sirüsü çıktı, 16. yüzyılda dünyanın en iyi buluşu muamelesi gören bu şey, "beyaz kurşun"dan yapılmakta idi ve "kuşkusuz" zehirliyordu. Kadınlar bu ürünleri de doktorların uyarılarına, kilisenin kınamalarına, kocalarının, babalarının itirazlarına rağmen kullandılar, sirüsle yüzlerini kirecin duvarı kapladığı gibi sıvadılar. Bu beyaz sıva, yüzlerini bir melek -ya da hayalet- kadar beyazlaştırıyor; dönemin illeti olan çiçek hastalığı izlerini de kapatıyordu. Soylu hanımlar bu ürünü denemek için cemiyet bile kurdular. Elizabeth dönemi İngiltere'sinde kraliçe, saray kadınlarının yüzlerini sıvamasına bizzat nezaret ediyordu. Kadınlar Sirüs ile yaptıkları makyaj yüzünden dişlerini, ciltlerini, saçlarını, akciğerlerini, bebeklerini ve hatta hayatlarını kaybettiler.

Aynı sarayda bir de iksir modası vardı: Soylu kadınların yüzleri beyazlasın diye kül, kömür tozu ve mum yağı içtikleri oluyordu. Bir başka "zehir" de asıl maddesi arınmış civa olan ve "Süleyman'ın suyu" denilen iksirdi. Genç ve güzel görünmek için kullanılan iksir, bir genç kızı birkaç yıl içinde mahvetmeye yetiyordu, ama "faydalı" olduğuna duyulan inanç o kadar güçlüydü ki, iksir iki yüz yıl boyunca kullanıldı.

İşin ilginci kadınların bütün bunları, erkek egemen ortam ve dönemlerde erkeklerin itirazlarına rağmen yapmış olmalarıdır. Beğenilmeme vehmi o kadar güçlüdür ki, ne otorite tanımıştır ne de statü.