Vahşetin biri bitmeden diğeri başlıyor.
Siirt'te 4 genç kıza onlarca mermi sıktılar ve o masum insanları hunharca öldürdüler. Yanlışlıkla oldu diyerek asıl hedeflerinin polisler olduğunu söylediler. Hayatını kaybedenler 'polisler' olsaydı katliam meşru mu olacaktı? Gerillacılık hevesi yarım kalmış bazı 'radikal', 'solcu' yazarlarda bile o malum örgüt havası var. Sanki polisi öldürmek meşruymuş da 'yanlışlıkla sivil öldürülmüş' gibi bir algıyı canlı tutuyorlar. İflah olmaz 'sol retorik' bu. Öğretmen eşini ziyaret etmek için Hakkâri'ye gelen bir mühendisi adamlar sokak ortasında infaz ediyor. Niye? Polise benzetmişler. Yazıklar olsun! İnsan hayatı ancak bu kadar hafife alınır! Yaşama hakkından daha büyük hak mı olur?
Batman'da yaşanan faciaya ne demeli? Üç PKK üyesi beş kişilik Doru ailesinin üzerine kurşun yağdırdı. Uzun namlulu silahlarla, el bombalarıyla saldırdılar. 8 aylık hamile olan Mizgin Hanım hayatını kaybetti. 6 yaşındaki yavrusu daha oracıkta kanatlanıp öbür âleme gözlerini açtı. Sezaryenle kurtarılan bebek ise ancak bir gün hayata tutunabildi. O da anneciğinin yanına gömüldü. Bu nasıl bir 'özgürlük talebi'dir ki kadın erkek demeden, genç yaşlı demeden, asker polis demeden insanları bu kadar soğukkanlılıkla öldürebiliyor!
Malum örgütün 'Kürt halkı'nı düşündüğü falan yok. Bölgeye öğretmenlik yapmak için gelen insanları kaçırmanın 'bölge halkı'na ne faydası dokunabilir? Sade vatandaşı öldürmenin, sindirmenin hangi makul gerekçesi bulunabilir? Üstelik bütün bu katliamlar 'Kürt sorunu' konusunda devlet bu kadar büyük adımlar atmışken yapılıyor. Kürtçe üzerindeki yasaklar tek tek kaldırıldı, kaldırılıyor. Değil Kürtçe şarkıların yasak olması, Kürtçe televizyon kanalları kuruluyor. Kürtçe dil kursları üzerinde en küçük bir baskı kalmadı.
Ve hepsinden daha önemlisi: Örgütün propaganda yapmak için sıkça kullandığı 'faili meçhul cinayetler' dosyası açıldı, zanlılar mahkeme huzuruna çıkarıldı. Dava Diyarbakır'da devam ediyor. Daha düne kadar faili meçhul cinayetleri dilinden düşürmeyen örgüt yanlıları bu davayı görmezden geliyor. Umurlarında değil çünkü. Hak ve adaletin tecellisi için onların ilgisine de gerek yok aslında. Ancak faili meçhul cinayetlerin edebiyatını yaparken aslan kesilen örgüt, şimdi neden sus pus olmuş durumda; bu sorunun cevabı birtakım gizli ilişkileri de deşifre ediyor.
PKK, modası geçmiş silahlı bir terör örgütü. Metotları 60'lı 70'li yıllarda kalmış. Çağdışı. Stalinist bir yöntemle ayakta kalmaya çalışması kendini hâlâ devrimci sanan bazı solcu yazarlara yine de sıcak gelebilir; ancak örgütün insafla, izanla, vicdanla, özgürlükle vs. alakası yok. Görünen o ki örgütün önde gelenleri ölüm fermanını imzalarken sadistçe zevk alıyor. Görmüyor musunuz Suriyeli örgüt şefinin, "Yeter ki polis ölsün, 50 sivilin önemi yok" deyişini?
"Bu kanlı eylemler yeni değil; 90'lı yıllarda da yapılmıştı." deniyor. Doğru. Ancak bugünün şartları çok farklı. Hem Kürtler değişti, hem Kürt olmayan büyük çoğunluk. Toplumun insan haklarına verdiği değer de devletin bu konuda attığı olumlu adımlar da 15 yıl önceki algıyı değiştirdi. PKK yanlış hesap yapıyor. Yaptıklarının yanına kâr kalacağını sanıyor. Oysa toplumun her katmanından bu uğursuz örgüte karşı bir dip dalga geliyor. Vicdanlardan yükselen o dalga örgütün yüzüne çarptığında Kürt halkı da tastamam özgürleşmiş olacak. PKK için yolun sonuna gelindi. Örgüt şefleri de bunu görüyor. Belki de o yüzden bu kadar feci hadiselere imza atıyorlar. Oysa kaçacak yer kalmadı onlar için. Artık dünya konjonktürü kanlı bir örgütü taşıyamıyor, Türkiye'nin yeni şartları da.
Daha başlığı görür görmez tüyleri diken diken olacak insanların var olduğunu biliyorum. Zaten, 'gelin idam cezasını yeniden getirelim' de demiyorum. New York Times'ta dünkü Sunday Dialogue (Pazar Diyalogu) köşesinde 'idam cezası' tartışması vardı. Okurların gönderdiği bazı mektuplarda "korkunç" suçlar için idam cezasının yeniden gelmesi gerektiği izah ediliyordu; orada da benzer bir hassasiyet oluşmuş. Demek ki bu konuyu bir daha tartışmanın tam zamanı. PKK'nın seri cinayetleri akıl almaz boyutlara ulaştı maalesef. Katliamlar sonrası 'pardon' deyişlerinde bile kibir dolu bir hodri meydan havası hissediliyor. Halkın öfkesi, Allah korusun, vatandaşlar arasında sosyal bir çatışma isteyen şer şebekesine müsait gibi duruyor... Hukuk içinde yapılan terörle mücadelenin daha etkin hale getirilmesi şart. Cezanın caydırıcı olmadığına dair kanaat genel bir hissiyata dönüşürse, terörün başka boyutları da ortaya çıkabilir. Temel hak ve özgürlüklerden taviz verilemez; verilmemelidir de. Demokratikleşmeden de kesinlikle geri adım atılmamalı. Lakin elindeki silahı bırakmayan ve sürekli masum insanları öldürenlere ve onlara öldürme emri verenlere ne yapmalı? İdam cezasına karşı çıkanların haklı oldukları yanlar da var şüphesiz. Zaten idam cezası varken de bu vahşet devam ediyordu. Ancak, 'O dönemin şartları çok farklıydı; şimdi önemli adımlar atıldı. Hâlâ cinayet işleyen bedelini ödemeli' diyenlere ne demek lazım?
Farz edin ki PKK, Amerika'da eylem yapan bir örgüt; karşısında ne bulurdu? Mesela "Yeter ki polis ölsün; 50 sivilin önemi yok." dediği tespit edilen bir örgüt şefi için ne yapılırdı? Onca insanın katledilmesinin ardından Suriyeli PKK lideri hakkında idam kararı çıkmaz mıydı? Ya da başına bilmem kaç milyon dolar ödül konularak ölü ya da diri ele geçirilmesi için dünya ayağa kaldırılmaz mıydı? Merak ediyorum her gün ölüm fermanı yayınlayan bu adam için Türkiye'de herhangi bir dava açıldı mı acaba?
Yanlış anlaşılmamak için tekrar ediyorum: "İdam cezası tekrar getirilsin" demiyorum. Ancak bilmek gerekiyor ki katliamlar bu hızla devam ettikçe böyle bir gündemle karşı karşıya kalacağımız kesin. En azından siyasetçinin ve aydının düşünmediğini halk düşünecek, 'acaba' diyecek. Belki bu mevzuyu da sağlıklı tartışmak mümkün değil bu ülkede. Ancak hukuk içinde kalıp caydırıcı tedbir uygulamak istediğinizde ve insanların öldürülmesine her gün şahit olduğunuzda idam cezasının tekrar getirilmesi de gündemden düşmeyecek. Sağlıklı karar vermek çok zor. Tartışmak gerekiyor...
BDP boykota son verdi ve nihayet milletvekilleri yemin ederek göreve başladı. Doğru olan da buydu. Meclis'in yolunu şaşırmak, Diyarbakır'a gidip anlamsız şovlar yapmak vs. çocuksu şeylerdi ve kendilerine hiçbir yararı yoktu. Nitekim olmadı da. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, devlet adamı olgunluğu içinde BDP yetkililerini kabul etti. Hâlbuki BDP kurmayları daha önceki davete karşı saygısız davranmışlardı. Her neyse. Umarım ham davranışların hiçbir faydası olmadığını BDP'liler de görmüştür. Ve umarım Meclis'teki şanslarını iyi kullanırlar.
Oda TV iddianamesi pek çok gerçeği gözler önüne seriyor. Meselenin hukukî boyutuna tabii ki mahkemeler karar verecek. Ancak gazetecilik açısından ne kadar vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuz ortada. Karanlık odalarda nasıl planlar yapıldığı, itibarsızlaştırma faaliyetlerinin nasıl psikolojik harp şeklinde ele alındığı anlaşılıyor. Bazı 'muteber gazeteciler'in siparişle haber yapmalarını da bu sayede öğrenmiş olduk. Mahkemece tespit edilen siparişlerin sadece birisi 'yandaş' diye suçlanan kesim tarafından yapılsaydı kıyamet kopmaz mıydı? Ayrıca küfrün bini bir para... Hal böyle olunca şu soruyu yöneltmek şart oldu: Bu mudur gazetecilik?
Genelkurmay Başkanlığı, merhum Muhsin Yazıcıoğlu hakkında nihayet bir açıklama yaptı. Keşke daha erken yapsaydı. Helikopter kazası ile ilgili kamu vicdanının kanaati en başta 'elim bir kaza' şeklindeydi. Ancak zamanla soru işaretleri çoğaldı. Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu'nu harekete geçirince daha net bilgilere ulaşıldı. Şimdi durum daha vahim. Ya korkunç bir suikast söz konusu ya da affedilemez bir ihmali örtbas etme telaşı. Bu manzaraya sebep olan subaylar sorgulanıyor. Bakalım helikopterin beynini sökmenin bir izahını yapabilecekler mi?