Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda bir kriz daha patlak verdi önceki gün.
Krizin özüne geçmeden önce, sanırım, orada da depreşmiş olan “amayasa”cı eğilimimize değinmek gerek.
“Anayasalar, devlet karşısında bireylerin, toplulukların, hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, iktidarın hareket alanının sınırlarını belirleyen temel yasalar, toplumsal demokratik uzlaşma metinleridirler.”
Her dönemde bireyi değil, devleti esas patron olarak kabul eden Türkiye’de, anayasalar devletin sınırsız gücünün altını çizen metinler olarak kabul edilirler ve bu düşünceyle kaleme alınırlar.
Türkiye’nin demokrasi benzeri rejiminin etkisiyle olayı biraz daha yumuşatmak için ortaya yeni bir kavram çıkarılmıştır ki, bu da “amayasa” kavramıdır.
Nedir “amayasa?”. Söyleyelim.
“Amayasa” ilke olarak bütün özgürlüklerin varlığını kabul ediyor görünürken her konuda “vatandaşın .......özgürlüğü vardır” dedikten sonra, bir “ancak” veya “ama” sözcüğü ile başlayan cümle ile ona getirilen sınırlamalarla, özgürlüğü yalnızca kâğıt üzerinde serbest bırakan metindir.
***
Basına yansıyan tartışmalara bakılırsa, “amayasa”cı zihniyet komisyonda da sürmektedir.
Nitekim, pazartesi günü toplantıyı terk etmeye karar veren BDP’li Sırrı Süreyya Önder, AKP ve MHP’nin tüm özgürlüklere “milli güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak” diyerek sınırlama getirdiklerini belirtirken bu zihniyetin altını çiziyordu.
Pazartesi günü Düşünce ve İfade Özgürlüğü maddesi görüşülürken patlak veren kriz de Kürt sorununun çözümü konusunda, yeni yapılacak anayasanın getireceği hükümlere bel bağlayanların ne kadar yanıldıklarını da ortaya seriyor.Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarına ara vermesine neden olan kriz, BDP’nin, düşünce ve ifade özgürlüğü maddesine şöyle bir ibarenin konmasını önermesinden çıkıyor: “Herkes düşünce ve kanaatlerini tercih ettiği dilde, hukuken meşru, bütün araç ve yollarla tek başına veya toplu olarak ifade etme ve yayma özgürlüğüne sahiptir.”
İbareyi dikkatle okuduğunuz zaman, burada düşüncesini herhangi bir dille yayma özgürlüğünün kastedildiğini kolaylıkla görebilirsiniz. Zaten yazılmasa da bu özgürlük her demokraside mevcuttur. Yine dikkat edilirse, bu özgürlük ile resmi dil arasında bire bir bağlantı yok.
***
Burada hassasiyetin tek başına veya toplu olarak deyişinden yola çıkarak kolektif hak yaratma kaygısından kaynaklandığını söyleyebilirsiniz.
Burada üzerinde durulması gereken husus öyle ya da böyle, dil konusunda tarafların birbirlerinden çok uzak bir noktada olduklarıdır.
Kendisini Kürt kimlikli olarak tanımlayan yurttaşlarımızın temsilcisi olduklarını ileri sürenler (Kürtler içinden aksini iddia eden de çıkmıyor) dil konusunda çok duyarlı olduklarını, anadilinin öğrenilmesiyle yetinmeyip anadilinde eğitim konusunda ısrar edeceklerini her vesileyle dile getiriyorlar.
Buna karşılık bırakın bir yana MHP’yi, CHP ve AKP bile bu istek karşısında olumlu tavır almaktan uzak bir noktada durmakta kararlı görünüyorlar.
Olay burada düğümlenmiş durumda.
Soruna görüşmelerle siyasi bir çözüm bulunacaksa, tarafların bütüncü tavırlardan vazgeçip karşılıklı adımlar atmalarında yarar olduğu kesin.
Bu noktada da belki AKP ve CHP’nin birçok bakımdan haklı görünecek itirazlarını dikkate alıp anadilinde eğitim konusunda daha bir orta yol aranırken ayrıca Kürtçenin toplum yaşamının birçok alanında daha fazla yer alması düşünülebilecekken, son gelişme böyle bir müzakere zemininin bile epeyce uzağında olduğumuzu gösteriyor.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndaki son kriz, Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda, işlerin zor olduğunun kanıtı. Zaten kimse de “kolay olacak” demiyordu.
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)