Sayı iki, üç değil.
Sekiz...
Yani?
Tepkinin doğması için yeterli bir sayı...
Tepkiler de beklendiği gibi sökün etmeye başladı:
Çoğunluk her zamanki gibi haykırıyor: Vuralım, kıralım... Tepeleyelim... Yok edelim... Apo’yu asalım... Girelim... Füze yağdıralım.
Hükümet yetkililerimiz, önceki hükümetlerin yetkililerinin söyledikleri türkünün aynısını söylüyor: Bıçak, kemik, kararlıyız, lanetliyoruz, operasyon, teröristlerin son çırpınışları, inlerinde vuracağız falan...
İki gün sonra bu tepkiler de dinecek.
Hayat normale dönecek.
Ama çocuklarını şehit veren aileler, onulmaz bir acıyla baş başa kalacak. Onlar için hayat hiçbir zaman normale dönmeyecek.
Yeter artık!
Bu böyle gitmez, gitmemeli.
Maliyeti insan hayatı olan bu 40 yıllık kısırdöngüye son verilmeli.
Ezber bozulmalı...
40 yıldır her şehit haberinde...
“Vurulsun, kırılsın, girilsin, bombalansın, asılsın, füze yağdırılsın” diye haykıran o koca çoğunluğumuz...
Hayatlarında bir kerecik olsun...
“Çözüm bulunsun, barış sağlansın, analar ağlamasın, ocaklara ateş düşmesin” demeli, diyebilmeli...
Belki o zaman hükümet yetkilileri “bıçak, kemik, kararlılık, lanetleme, in, operasyon, son çırpınışlar” edebiyatına sığınmak yerine...
Esaslı bir çözümün peşinden koşmak zorunda kalırlar.
MURAT Ülker’in Zaman gazetesine verdiği röportajı baştan sona okudum.
Röportajdan şöyle bir işadamı portresi çıkıyor:
İşini gayet güzel yapan...
Piyasa kurallarına göre çalışan...
Sürekli yatırım peşinde koşan...
Her hükümetle iyi geçinmeye gayret eden...
Generallere hediye kolisi gönderen...
Stres atmak için yarış arabalarına binen, yelken yapan...
Likörlü çikolata da üreten bir fabrikayı satın almadan önce dini otoritelere danışan...
Kâbe’den fena halde etkilenen...
Fenerbahçe’ye destek veren ama fanatik olmayan...
Secdenin anlamını gayet güzel ifade eden...
Bir işadamı...
Bütün bu parçaları birleştiğimizde ortaya çıkan bütüne biz “muhafazakâr kapitalist” diyebilir miyiz?
Bence diyebiliriz.
Murat Ülker, verdiği bu röportajla “muhafazakâr kapitalist” tanımının somut bir örneğe kavuşmasını sağladı.
Allah razı olsun kendisinden.
AK Parti kurucusu Ayşe Böhürler, parti toplantısında “Şemdinli’de neler oluyor? Ölüler varmış” falan diye sorunca Başbakan Erdoğan tepki göstermiş.
Erdoğan, “Haberleri nereden alıyorsun? Fırat Haber Ajansı’ndan mı?” diye terslemiş Böhürler’i...
Bu duruma içerleyen Ayşe Böhürler, Yeni Şafak’taki köşesinde “susma orucu tutmak istiyorum” diye imalı bir yazı kaleme aldı.
Ayşe Böhürler şöyle diyor yazısında:
Kör, sağır, dilsiz olmayı yasaklayan bir dine mensubum...
Buna rağmen gördüklerimi, işittiklerimi ifade edemiyorum.
Bu nedenle “susma orucu” tutuyorum.
Merak ediyorum:
Ayşe Böhürler’e birileri işkence mi yapıyor?
Gördüklerini, işittiklerini ifade etmesi halinde canı mı tehlikeye giriyor Ayşe Böhürler’in...
Can tehlikesi nedeniyle mi “kör, sağır ve dilsiz” olmayı yasaklayan dininin ilkelerine riayet edemiyor?
Bir açıklasa da anlasak...
“Kardeşten de öte” açıklamasını her açıdan yorumladık ama “Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı” açısından yorumlamadık. “Tarafsız Cumhurbaşkanı” önce zihinlerimizde yıkıldı galiba...
Helal olsun Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’ye... Ne yaptı, ne etti, İDO’ya rakip bir kuruluşu ortaya çıkarmayı başardı... Böylece İDO’nun “tek tabanca” olmasının önüne geçti.
Suat Kılıç “olimpiyatlarda hiç madalya alamadık” diye istifa eder mi? Tabii ki etmez. Ama tarihe de geçmez, geçemez.
CUMHURBAŞKANI Gül’ün siyaset taktiğini üç kelimeyle şöyle özetleyebiliriz:
“Yıpranmadan yol almak”.
Danışmanı aracılığıyla “kırgınım” diyen Cumhurbaşkanı Gül’ün amacı şuydu:
Muhataplarına “Beni ekarte etmeye kalkışarak ayıp ediyorsunuz” mesajını vermek.
Bunda başarılı da oldu:
Konu tartışıldı, mesaj yerine ulaştı.
Ve fakat...
Bir noktadan sonra Abdullah Gül açısından olay, çığırından çıktı:
Birileri kendisine “yeni bir kurtarıcı” misyonu yüklemeye başladı, “tamamen kişisel” olan rahatsızlık, sanki “politik bir rahatsızlıkmış” gibi yorumlandı.
İşte bu noktada yıpranacağını fark eden Gül, “yıpranmadan yol almak” taktiği doğrultusunda çıkıp “Biz Erdoğan’la kardeşten de öteyiz” dedi. Mesele budur.
BAZEN insanın basireti bağlanır da en iyi bildiği konuda yanlış yapar ya...
İşte böyle bir şey geldi başıma: “Huzur Sokağı” romanından yola çıkılarak çekilen “Birleşen Yollar” filminin başrol oyuncularının Türkan Şoray ve İzzet Günay olduğunu adımı bildiğim gibi biliyordum.
Fakat tuttum dünkü yazımda “İzzet Günay” yerine “Ekrem Bora” yazdım.
Düzeltir, özür dilerim.
28 Şubat her açıdan mercek altında...
Karadayı’nın rolü... Çevik Bir’in uygulamaları... Erol Özkasnak falan...
Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu herkesin kapısını çalıyor.
Demirel konuştu...
Gazete patronlarının bir kısmı konuştu, bir kısmı da konuşacak...
Dikkatimi çekti: Bir kişi bütün bu tartışmaların dışında.
O da 28 Şubat’tan sonra görev başına gelen eski Genelkurmay başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu...
Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’ndan hassaten rica ediyorum.
Lütfen Kıvrıkoğlu ile de görüşün.
Kendisine şu kısa soruyu hafif alaycı bir tonla sorun: “28 Şubat bin yıl sürecek” demiştiniz, ne oldu?
MECLİS Başkanı Cemil Çiçek, bir iftar davetinde şöyle demiş: “7 düvele karşı savaşıyorduk, bugün de böyle bir savaş var”.
Ardından da eklemiş: “Bunlar bazen aynı ittifak içinde olduğumuz ülkelerdir”.
Bir soru önergesi veriyorum Meclis Başkanı’na:
İttifak içinde olduğumuz hangi ülkelerle savaş halindeyiz?
İsimlerini verebilir misiniz? Veremezseniz neden?
Aynı ittifak sistemi içinde olduğumuz bazı ülkeler bize karşı bir savaş yürütüyorsa biz neden bu ülkelerle ittifak içinde olmaya devam ediyoruz?
Yoksa bize karşı savaştıklarını bildiğimiz halde bazı ülkelerle dostmuşuz gibi mi yapıyoruz? Yani durumu mu idare ediyoruz? Böyle yapıyorsak neden?
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)