Yassıada'da şatolar
Biz, Yassıada’yı 27 Mayıs 1960 darbesiyle biliyoruz ve aklımıza o meş’ûm muhakemeler, hapishaneler geliyor. Yassıada’nın bir evveliyatı vardır. Hidiv İsmail Paşa, Mısır’dan kaçıp İstanbul’a yerleştikten sonra, bu adayı Lord Bulwer-Lytton’dan satın almıştır. Lord, İngiltere’nin büyükelçisidir. Zengindir, yazardır. Zarifi, Lord Bulwer-Lytton’un, Kıbrıs’ın İngilizlerin tarafından işgalini sağladığını kaydeder. Lord, elçilikten ayrıldıktan sonra Yassıada’ya iki şato yaptırmış, su kuyuları açtırmış, iskele kurdurmuştur. Kitaplarını orada yazmıştır. Zarifi, şatolar için: “Binaların dış görünüşü kale gibidir. Plati’ye [Yassıada] vardığında Ortaçağ kaşanelerini gördüğünü zannedersin.” der ve ekler: “Bir başka düşüncesiz ve müsrif kişi Mısırlı İsmail Paşa sadece ve sadece Lord Bulwer-Lytton’ı iflastan kurtarmak için Plati’yi satın alır.”
Zarifi babasıyla adaya gitmiş, dikkatini çeken binalardaki “sahte” kütüphaneler olmuş. Raflarda kitap yok ama tuhaf isimlerle kitap kapları dizili. Meselâ 14 ciltlik “Bir Farenin Anıları” ndan bahseder!
Zarifi, 14 yaşındayken bizzat yaşadığı, 1894’teki büyük İstanbul depreminden de bahsetmiştir. Bu deprem Yassıada’ki bütün binaları yıkmış ve oturulamayacak hâle getirmiştir. İsmail Paşa 1895’te ölür ve kimse adaya sahip çıkmaz.
Zarifi, depremde en büyük sarsıntının 12.30’da olduğunu, şiddetinden yemek odasındaki lambanın tavana vuracağını sandığını yazmıştır. Depremin merkezi Pringipo [Büyükada] imiş.
Yassıada’nın yakınında bir Sivriada (Oksia) vardır. Bazı tarihlerde okumuşsunuzdur, İstanbul Şehremaneti, sokak köpeklerini toplayıp bu adaya atmıştır. Zarifi, 1910’da, yabancı msafirleriyle bir tekne gezisi sırasında adaya yaklaştıklarında gördüğü manzara karşısında irkilir: Aç susuz, bir deri bir kemik kalmış, çıldırma noktasına gelmiş köpekler, tekneyi görür görmez yiyecek bulma umuduyla kendilerini denize atmışlardır. Bu acıklı hâli okuyunca insanın yüreği burkulur.
***
Yorgo L. Zarifi, anne-babasıyla 1889’da, Paris Fuarına gitmek için Sirkeci Garından trene biner. İki buçuk günde hiç aktarma yapmadan Paris’e varır. Bu büyük bir yeniliktir. Aslında daha az zamanda da gidilirmiş ama demiryolunu yapan müteahhit Osmanlı Hükûmetine, tabiri caizse, kazık atmış. İbret almamız gereken hâdiseyi şöyle anlatır:
“Trakya’yı boydan boya geçen bölümün inşası Baron Hirschsuper nosupersub isimli Musevi bir işadamına verilmemiş olsaydı, Poli’den [İstanbul] Paris’e uzanan demiryolu güzergâhı çok daha kısa olacaktı. Daha sonra ortaya çıkan ve bayağı ilginç olan skandal, Türklerin ihmaline ve temsilcilerinin yetkilerini kötüye kullanmalarına yeni bir örnek oluşturuyordu.
Çok kurnaz olan müteahhit, bir ön proje hazırlanmadan ve güzergâh belirlenmeden, Babıâli’yle inşa edilecek kilometre başına fiyatı öngören bir
sözleşme imzalar.”
Bu Rumeli Demiryolu Projesidir. Avusturya sınırına kadar 2500 km.’dır. “Kurnaz müteahhit”, kilometre başına para alınca yolu alabildiğine uzatmış, hiçbir dağ delmemiş, engebe aşmamış, nerede düzlük bulmuş, demirleri döşemiş. Masraf üç misline çıkıyor.
(Yarın devam.)
(YeniÇağ gazetesinden alınmıştır)