Bugün dünyanın en oligarşi, teokratik, monarşik, faşist, diktatör ve Suriye-Mısır gibi zulüm üzerinde kurulan devletlerde dahi hukuk ve normlar vardır ama adalet yoktur. Adaletin olmadığı yerde zulüm, zulmün olduğu yerde isyan, isyanın olduğu yerde savaş, savaşın olduğu yerde acı ve gözyaşı vardır.
Ve eğer siz bir devleti yıkmak istiyorsanız önce onun elinden adaletini alacak ve insan hakları gibi bütün hakları yok edeceksiniz.
Ve eğer siz bir devleti yıkmak istiyorsanız onun içinde “sen” ve “ben” ayrımcılığı yaratacak, bağnaz milliyetçiliği aşılayacak, inançlarını yozlaştıracak, sünepe, sarhoş ve vurdumduymaz bir nesil yetiştireceksiniz.
St Agustine’nin “senin hiç düşmanın olmadı mı? Bu nasıl mümkün oldu? Sen ya hiç gerçeği söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin.”dediği gibi eğer siz bu ülkede gerçeği söyler ve adaleti severseniz sizin sonunuz ya zindan, ya mezar, ya sürgün, ya açlıkla terbiye ya da yalnızlığa mahkum olacaktır.
Bu ülkede yaşamanın tek koşulu; siz kendiniz olmayacaksınız, başkalarının elbisesini giyecek ve o başkalarının kalıpları içinde yaşayacaksınız. Kendi benliğinizi inkar edecek, kimliğinizi, inancınızı yok sayacak, zulme, adaletsizliğe ve her türlü insanlık dışı işkence ve cinayetlere gözlerini kapatacak kör olacaksınız. Ancak o zaman başkalarının postunda ölme şerefine (tabi siz buna şerefsizlikte diyebilirsiniz) yaşayabilirsiniz.
Ben ortaokul ikinci sınıfındayken matematik öğretmenimiz Hasan Ocak hoca hepimize “büyüyünce ne olmak istiyorsunuz?”diye sormuş ve sıra bana gelince ‘hakim olmak istiyorum’ demiştim ama hayatım boyunca adaletsizlikle mücadele edeceğimi ve mahkeme kapılarında sürüneceğimi hiç hayal bile etmemiştim.
Adaleti dağıtma hayalini kurarken adaletsizce ve hukuksuzca askerlerin evimi yakacağını ve mahkemelerde hak arama savaşını vereceğimi hiç hesaba bile katmamıştım. Vicdanlı yargıç olma hayalini kurarken vicdandan ve adalet duygusundan yoksun yargıçların kararlarını hayatımı karartacağını hiç mi hiç düşünmemiştim. Dedim ya bu ülkede gerçekleri söylemeye görün, sizin yedi ecdanınızı ağlatır vicdandan yoksun yargıçlar.
Bütün hukukçuların hukuk dışı bir karar olarak gördükleri Danıştay Onuncu dairesinin hakkımda verdiği ve 28 Şubat Sürecinde Fişlenmeleri yasal ve hukuki bulduğu kararı alınca inanın şok oldum ve mahkemenin özel kaleminde adeta başımdan aşağı kaynar sular akmaya başladı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böyle bir karara imza atan Danıştay, postmodern darbeyi yapanlardan yana taraf tutmuş, fişlemeleri yasal, hukuki bulmuş ve vicdanını vatandaştan yana değil idareden yana kullanmıştır.
Oysaki bugün 28 Şubat davası olarak bildiğimiz davada fişleyenler yargılanmakta ve onlardan hesap sorulmaktadır. Ayrıca Ak Parti hükümeti 28 Şubat sürecinde mağdur olanlara yönelik kanun değişikliğine gitmiş ve mağdurlara umut kapısı olmuştur.
Düşünün bir taraftan fişleyenelerden Türkiye tarihi davalarından biri olan 28 Şubat Davasında hesap soruluyor, fişleyenler cezaevine giriyor, Fişlemelerden mağdur olanlara dönük yasal düzenlemeler yapılıyor ama bir taraftan da Türkiye Cumhuriyeti devletinin en üst organlarından biri olan Danıştay fişlemeleri hukuki ve yasal buluyor, güvenlik gerekçesiyle kayıtların tutulmasını yasalara aykırı bulmuyor.
28 Şubat davası iddianamesinin yüzde 70’i de fişlemeler üzerindedir. O zaman bir karar vermek lazımdır. Ya fişlemeler yasaldır, serbesttir, her kurum, her vatandaşı fişleyip anasını ağlatabilir, hayatını karartabilir diyeceğiz ya da bütün fişlemeleri insanlık dışı suç sayıp tarihin çöplüğüne ve pisliğine atacağız.
Kürtlerin, Alevilerin, inançlıların, inançsızların ve bütün zümrelerin fişlenmelerine karşı koyacağız. Bu bendendir fişlenmez, bu benden değildir fişlenebilir, bu fikirdaşımdır mağduriyeti giderilir, bu fikirdaşım değildir mağduriyeti giderilmez diye de ayrımcılıkta yapmayacağız.
Çünkü ayrımcılıkta adaletsizlik, hukuksuzluk ve zulüm yatar...
Zaten bana bu ayrımcılığı yapanda dönemin MHP’li meclis başkanı Ömer İzgi, onun çapkın ve çapkınlıktan görevinden alınan Genel Sekreteri Rauf Bozkurt ve dönemin daire başkanı Şahap Alp’tır. Çünkü onlar beni kafalarından direk terörist ve güvenilmez olarak bellemiş ve meclis gibi bir yerde çalışmamı çok ama çok tehlikeli bulmuşlardı.
Kürt olacaksın, gazeteci olacaksın, üstelik devletin en önemli kurumu olan TSK gibi bir kuruluş tarafından “siyasi ve ideolojik olarak sakıncalı” damgasını yiyeceksin ve buna rağmen devlet kurumuna alınmayı bekleyeceksin. Olacak şey mi? Hele hele meclis gibi bir kurumda.
Bir gün; 4 yıl boyunca alışveriş yaptığım bakkalın “Cüneyt Kürt olacan, Diyarbakır’lı olacan, gazeteci olan, PKK’lı olmayacan, geçecen o işleri” dediği gibi öyle anlaşılıyor ki bakkal amca; bir yerde kafaları önyargılarla kronikleşmiş devlet yargıçlarının ve bürokratlarının da aynasıdır.
Ne gariptir ki; terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıyorum ama o örgütün bütün şiddet olaylarına karşı çıktığım, eleştirdiğim için o örgütten ölüm tehdidi aldım. Bu kadar paradoksal, akıldışı ve izan dışı bir iftira olur mu?
Oysaki ben mazlum halkımızın haber alma ve bilgilendirme hakkını sağlayan, bütün hayatı boyunca barışı, kardeşliği ve bütünlüğü savunan biri olarak bütün bu baskılara, haksızlıklara ve yaşanan acılara rağmen duruşumdan taviz vermedim. Şiddetin her türlüsünü dışlarken hukuka, adalete inanmış ve yıllardır hukuk mücadelemi demokratik ve özgürlükler çerçevesinde sürdürmeye devam ettim.
Her şeye rağmen bir gün adalet tecelli eder diye de umut ettim.
Eğer ortada bir suçum varsa da o da şudur: ilkelli olmak, inandığı davası yanlış bile olsa ölümüne savunmak ve toplumsal barışın hakim olması için mücadele etmektir.
Bugün 1 Eylül dünya barış günü. Umuyor ve diliyorum ki; aynı anda dört iklimin yaşadığı cennet memleketim de adalet, barış ve kardeşlik hakim olur. 28 Şubat süreci kapsamında kanun değişikliği nedeniyle son gün olan 29 Ağustos’ta başta TBMM Başkanlığı ve Başbakanlığa başvurdum.
Meclis başkanı ve başbakanlığın cevabı ne olur bilemem ama bildiğim bir şey var ki; beşeri adalet tecelli etmese de er ya da geç ilahi adalet tecelli edecek ve son kararı da kuşkusuz Allah verecektir.
En adil ve en doğru karar da O’na aittir.