Tam otuz yıl önce, bir yaz günü otobüs durağında bekleşiyoruz. Yaşça bizden büyük olan kişi, "Bakın, bakın!" diyor ve otobüsteki birini gösteriyor.
Hınca hınç dolu bir otobüste gösterilenin Hekimoğlu İsmail olduğunu kalabalığın arasından bir çırpıda seçemiyorum. Hoş; seçsem de teşhis etmem mümkün değil. Yine de taaccüp ediyorum. Demek Anadolu'nun gönlüne taht kuran fikir ve dava adamlarından biri, onca kalabalığın arasında kaybolup gidebiliyor. Medyada görünme dönemi başlamamış ki, adamı o kalabalıkta seçebilesin.
Bir dönem öyleydi; herkesin imkânları kısıtlıydı. Bir bakıma varlık içinde yokluk yaşanıyordu. Bediüzzaman'ın kut-u lâyemut denebilecek az bir gıda ile yaklaşık 30 senelik hapis ve sürgün hayatına nasıl meydan okuduğunu biliyorduk. Necip Fazıl'ın, dergisini bir sayı daha neşredebilmek için nasıl çırpındığını; son tükenme noktasına gelindiğinde, "Madem tek kuruşumuz kalmadı; Büyük Doğu'yu biz kapatacağımıza öyle bir şey yazayım ki onlar kapatsın!" dediğini defalarca dinlemiştik dava arkadaşlarından.
Bir dönem dava böyle temsil edildi. Davaya gönül veren herkes, tepeden tırnağa, ağır şartlar altında mücadele etti. Bir yandan fiilî baskılara direniyordu insanlar, diğer yandan da imkânsızlıklar içinde kıvranıyordu. Tahta Kulübe'de onca meşakkate göğüs geren büyük dava adamları yeni bir neslin rüyası uğruna her türlü zorluğa katlanıyordu.
Zamanla şartlar değişti. Ama öteden beri kendini yüce bir ideale adamış kişilerin duruşları hiç değişmedi. Hekimoğlu İsmail ölüm döşeğinde denince kadim dostu Hamid Çiçek Bey'le hastaneye koştuk. "Yaşamaz..." dediler, "Yaşasa bile felç olur..." dediler. Sevenlerinin umurunda değildi söylenenler. Dua dua yalvarıyordu herkes. Biraz toparlanır gibi olunca ziyaretine gittik. "Allah bana kendisini anlatmam için bir fırsat daha verdi." diyor başka bir şey demiyordu. Hayatının gayesi oydu çünkü. O'nu anlatmak ve O'nun emanetini yaşatmak. Aradan geçen onlarca sene onu hiç ama hiç değiştirmemişti. Mecal buldukça yazı yazıyor, takati kaldıkça 'iman kurtarma davası'na tercüman oluyordu.
Birkaç sene önce oğlu Osman Okçu, Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ziyaret etti. "Babanız sizinle mi kalıyor?" sorusuna muhatap oldu. Beklemediği bu sual karşısında meramını tam anlatamayınca Hekimoğlu'nun eşiyle birlikte, evlatlarından ayrı bir evde yaşadığı sonucu çıkmıştı. Hocaefendi, her zamanki nezaketi ve zarafeti nedeniyle, oğluna hiçbir şey demedi; ama belli ki iki yaşlı insanın bir evde bir çeşit uzlet yaşamasına üzülmüştü. Halveti ve uzleti en iyi anlayacak kişi Hocaefendi'ydi çünkü. Kendisi de küçücük bir odada kalıyor, yıllar geçmesine ve dostlarının istirham etmesine rağmen yakındaki göle kadar bile gitmiyordu. Namaz ve sohbet esnasında salon yetmeyince bitişikteki odasını açıyor, istirahat ettiği yere herkes girip çıkıyordu. Kaç kişi anlayabiliyordu o gurbeti, o hasreti, uzleti...
Uzun bir zaman sonra bir bahis münasebetiyle, "Hekimoğlu Ağabey'in yalnız kalması rikkatime çok dokundu." dedi. Aslında Hekimoğlu, eşiyle yaşadığı sade evi seviyordu; o yüzden oğlunun, "Gel bizde kal." ısrarına olumlu cevap vermiyordu. Yine de uzlet, uzletti. Osman Bey mesajı almıştı. Babasıyla konuyu paylaşınca iki vefakâr gözyaşlarına hâkim olamadı.
30 yıl önce bir belediye otobüsünde ilk kez gördüğüm adam, hastaneden çıktıktan sonra evinde durmayı kabullenemiyordu. Çünkü hâlâ soluk alıp verebiliyordu. Vücudunun bir yanı tutmuyordu; ama yüreği sürekli kabarıyor, insanlara hak ve hakikati anlatmak için çırpınıyordu. Bir gün ziyaretine gittim. Sanırım haftalık sohbet yeni bitmişti. Zor konuşabiliyordu. Oğlu, "Baba niye her sohbete başlarken, 'Ben Hocaefendi'nin neferiyim' diyorsun; her defasında böyle bir şey demene gerek var mı?" deyince. "Evladım, gelen kardeşlerim arasında maalesef bazen gıpta görüyorum, haset görüyorum, çekememezlik görüyorum; ta baştan söylüyorum ki insanlar hikmetini bilmedikleri konularda gıybet yapmasın, günaha girmesin."
Bir fırsat doğdu; Hekimoğlu'nun bu yaklaşımını Hocaefendi'ye nakletme imkânı oldu. Derin bir istiğfardan sonra hakkında söylediği sözler için, "O bizim büyüğümüzdür, nezaketinden öyle demiştir." şeklinde özetleyebileceğim bir cevap aldık. Her ikisi de aslında kendine yakışanı yapıyor, dava adamı olmanın vakar ve ciddiyetini ortaya koyuyor, kadirşinaslık örneği veriyordu. Çünkü ne onlarca yıl önce bir astsubay olarak Amerika'ya giden ve giderken dinî eserleri gizlice götürüp orada hizmet etmeyi düşünen Hekimoğlu İsmail zerre miktar değişmişti; ne de sadece bir öğrenci için kapı kapı dolaşıp insan kazanma seferberliği yapan Fethullah Gülen Hocaefendi. Zaten dünya onları değiştiremediği için, onlar dünyayı değiştiriyordu. Evet; dünyayı değiştirmenin tek bir yolu vardır: Dünya karşısında değişmemek.
Dünyanın bin bir hali var; hepsi birbirinden belalı. Her bir hali ayrı bir imtihan. Gün olur tuttuğunuz her şey altın olur bir anda; başarıdan başarıya koşarsınız belki de. Gün olur seslerinize sesler katılır; arkanızdan yüz binlerce, milyonlarca insan yürür. Gün olur "tiraj" deyip alkışlar sizi dünya, gün olur "imaj" deyip pohpohlar ve sizi bir uçurumun kenarına kadar getirir şeytan. Hele bir de hitabet ve kitabetin gölgesi altında yürüyorsanız! Yazarlık/çizerlik yapıyor, topluma kanaat taşıyorsanız. İşte o zaman sizi iki büyük tehlike beklemektedir: Amelsiz belagat, anlamsız sefahat. Başka söze ne hâcet. Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Bir millet kendisinde bulunan güzel ahlak ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez." (Enfal/53)
UFUKTA BİR TEHLİKE VARSA GÖZLERİ DÖRT AÇMALI
İbadetten kaçışla başlayan macera, insanı te'vil ve tefsir yapmaya zorlar. Bulunacak her temelsiz karine bizi dualiteye mecbur bırakır. Her neyse. Önemli olan, dünyayı değiştirmeye namzet fikir adamlarının (ve tabii ki en başta erbab-ı kalemin) yürüdüğü yola ilk adım attığı andaki saffetle devam etmesi, dünyanın cazibesi karşısında yalpalamaması. Kimseyi rencide etmek için söylenmiyor bunlar. Kimse de ima edilmiyor. Zaten herkes, her sözü kendi nefsine söylemek zorunda değil mi? Ufukta bir tehlike varsa gözlerimizi kapatmak mıdır tek çare. Dünyayı (karınca kararınca) değiştireceğim diye yola çıkıp sonra dünyanın değiştirici paletleri altında ezilmemek gerekiyor. Sözün özü bu. Niye şimdi? Çünkü içinde bulunduğumuz zaman diliminin en çetin sınavlarını aşmak için yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan ve yaşatma ideali için çırpınıp duran hasbi insanlara ihtiyaç var.
Hiç kimse, eskiden olduğu gibi fakr-u zaruret içinde hizmet etmek zorunda değil. Zaten böyle bir şeye gerek de yok. Lakin eli kalem tutan, ağzı laf yapan, söyledikleri dinlenen insanların, günün sonunda dönüp kendilerine bakması gerekiyor.
Tabii değişimlerden, fıtri gelişimlerden bahsetmiyorum. O değişime de gerçek manasını dünyanın dayattığı başkalaşıma boyun eğmeyenler mana katacaktır. Demem o ki dünya değişir; değiştirir. Himmeti milleti olanlar tabii ve zaruri değişimin ruhunu anlar, hatta ona öncülük eder; hırsların, menfaatlerin, zaafların esiri olmaz. Aksini düşünmek feci bir akıbeti işaretliyor ki onu Allah Resulü tüyler ürperten şu tabloyla ifade ediyor ve bütün müminleri sarsıcı bir üslupla uyarıyor: "Muhakkak ümmetimden birtakım topluluklar gelecektir ki, zinayı, ipek elbiseler giymeyi ve çalgı aletleri çalıp (şehvetli) eğlenceleri helal ve mubah/normal sayacaklar. Allah, evlerini çökertip helak edecek, kalanları(n yaşayışlarını) da maymun ve domuza çevirecektir." e.dumanli@zaman.com.tr
(Zaman gazetesinden alınmıştır)