Dış haberler servisinin penceresinden, Server Tanilli hocanın Cumhuriyet gazetesinin avlusuna getirilen tabutunun önünde saf tutmuş, saygılı kalabalığa bakarken aklıma, gazeteciliğe başladığım o ilk yıllar geldi. Faşistlerce uğradığı saldırı sonucu bir daha ayağa kalkamayan Tanilli hocayı, o alçakça saldırının üzerinden bir yıl geçtikten sonra yaptığım bir haber nedeniyle aramıştım. Telefonda ona, doğal olarak, “siz”li cümlelerle, ama “hocam” diye hitap ediyordum. Bana “öğrencim misiniz?” diye sormasının nedeni, muhtemel ki buydu. İçimin nasıl yandığını anlatamam. Bilinen anlamıyla, öğrencisi değildim çünkü. Henüz lisedeydim, yanıtım da elbette “hayır” olmalıydı. Ancak, nasıl çıktı ağzımdan bilmiyorum ama, “herkes kadar öğrencinizim hocam, eğer kabul ederseniz” demiştim. Mutlu olduğunu, hem beni onun karşısında zor durumda kalmaktan kurtaran, hem de bir gerçeği ifade eden bu cümlelerimden memnun olduğunu anlamıştım. Bana, sevecenlikle, “sen” diye hitap edişinden, kaç yaşında olduğumu, ne zamandır gazetecilik yaptığımı, hangi kitapları okuduğumu soruşundan da.
Gururla “evet hocam”diye yanıt verdiğim en güzel sorusu ise, muhteşem eseri Uygarlık Tarihi’ni okuyup okumadığımdı. Hangimiz okumadık ki? Anadolu aydınlanmasında dönemin gençlerinin, elbette sonrakilerin de, üzerinde bu kitap kadar etkili olmuş çok az kitap vardır. Uygarlık’ın ne olduğunu, daha doğrusu ne anlama geldiğini, neye uygarlık dendiğini, örnekleriyle, hocanın bilgelik dolu açıklamalarıyla kavramıştık biz. Bugün bile bu kitaptan bende hala kalmış, değişmez kimi veriler vardır. Güçlü bir kitaptı. Sonraki yazdıkları da öyle, kuşkusuz.
Hocanın, Kemalist yanı ağır basan bir solculuğu vardı ki, bana uymamıştır hiç. Bu namuslu, dürüst aydının, özellikle Kürt sorununun, faili meçhul cinayetlerle iyice karanlık bir evreye sokulduğu dönemde, Kürtlere yönelik baskılara ilişkin hazırlanan bildiriye, -Vedat Türkali ile birlikte- imza atan çok az sayıda kişiden biri olduğunun tanığıyım. Sözkonusu bildirinin ilk halini, Londra’da Türkali’nin evinde okumuş, sorulması üzerine görüşümü de belirtmiştim. Zor, çok zor bir dönemde, büyük cesaret isteyen bir işti Tanilli ile Türkali’nin yaptıkları. Tabii o bildiriye imza atan başkalarının da. Bir anımsatma yapmama daha izin verilirse şunu mutlaka söylemeliyim; öğrencisi olmuş kimi Kürtler, Kürt kimliğini hocadan öğrenmişlerdir. Şişli Siyasal’daki derslerinde Kürt gerçeği üzerine konuşma cesaretini, -erdemini de-, gösteren, belki de tek cesur adam oydu. Bunun tanığı, Kürt hareketi içinde yer almış o Kürtlerdir.
Tekerlekli sandalyesi sadece Tanilli hocayı değil, tüm dünyayı taşıyordu neredeyse. Hoca başlı başına bir dünya idi çünkü. Hiç durmadan, ara vermeden yazan, konferanstan konferansa koşan biri olduğuna tanık oldukça, duydukça, insanın koşmak için ayaklara ihtiyacı olmadığına ikna olabilirdi herhangi biri. Uzun zaman önce ikna olmuş biri olarak ben, “mesafeleri” bu kadar hızlı aşan birini henüz görmedim.
Cumhuriyet’in avlusunda ellerinde “Şişli Siyasal’dan Öğrencileri” yazan pankart taşıyan orta yaşı çoktan geride bırakmış öğrencileri de vardı. Bir hocanız varsa, öğrenciliğiniz bitmiyor demek ki, yaşınız kaç olursa olsun. En anlamlı pankartlardan biri de “Artık Uygarlık Tarihi’ndesin” olanıydı. Ne denmek istendiğini elbette anlıyordum ama, “zaten orada değil miydi?” diye sordum kendime yine de. Uygarlığı, moda olmuş düşüncelerin, tavırların, genel geçer “kurumlaşmaların” adı gibi görmemeyi, kavramın daha derinlikli olduğunu öğreten, “o tarihin” yazıcısı olan biriydi, bu nedenle çoktan Uygarlık Tarihi’ndeki yerini almıştı hoca.
Günümüzün Uygarlık’ı hocanın bize öğrettiği Uygarlık değil elbette. Dış politikasını askerileştirmiş bir Amerikan devleti olgusuyla birlikte yaşıyoruz, en azından. Bu devlete teşne olmaya aday, komşularıyla hırlaşmayı “bölgesinde etkili olmanın yolu” sanan, çatışma “kültürünü” yaşatarak (hocanın anlattığı) Uygarlık’ı “medeniyetler çatışması” tuzağında iğdiş ederek, yeni barbarlık çağının kapısını açan iktidarlarla da içiçeyiz. Uygarlık yolunda alınmış onca mesafeyi berhava eden bir vurdumduymazlıkla estetik, sanat, özgürlük gibi kavramlar üzerine kurulu gerçek Uygarlık’ı yıkıyoruz elbirliğiyle. Hoca belki de, bitmişliği, sona ermişliği anlatmak için, artık var olmadığına inandığı Uygarlık’ı “tarih” olarak değerlendirip yazmıştır, kimbilir?
Bilim yuvalarının tek tipleştirildiği, özgürlüğün alanlarının iyice daraltıldığı, devletin baskıcı yüzünü, o “gerçek uygarlık” yanlılarına döndürdüğü bir ortamda Server Tanilli’yi daha iyi anlamak mümkündü. Özellikle bu dönemlerde uygarlıktan herkesin farklı anlamlar çıkardığını görmek de ilginç. Fetihciliği, yayılmacılığı, siyasal vasi olma çabalarını büyük imparatorluk geçmişine bağlamanın, “yaşayan uygarlık” olarak anlatıldığına tanık oluyoruz. Dışişleri bakanımız imparatorluk medeniyetine büyük hayranlık duyuyor, bilindiği gibi. Bu tutumların pirim yaptığı bir dönemde, Tanilli’nin bize öğrettiği Uygarlık’ın artık bir “kıymeti harbiyesi” kalmıyor haliyle. Ötekileştirmeyen, fetihçi duygulara yüz vermeyen, ortak kardeşlik duygularının altını çizen, yurdu, tüm dünyayı ortak bir insanlık evi gören uygarlık hayalleri, kale, burç, sur üçgeninin dışına çıkamamış çoğunluk için, tanığız.
Tanilli, doğduğu talihsiz coğrafya için büyük bir talih olmuştur kanımca. Tıpkı önceki benzerleri gibi. Şimdi, bu talihsiz coğrafyanın bereketli topraklarıyla “hemhal” olmuş durumda. İnsanın yerin altındayken de güzel olduğuna Server hocayı düşünerek inanabiliriz artık. Uygarlığın büyük bayrak taşıyıcısı, kendi tabutuna bu bayrağın örtülmesini hak edecek bir aydındı. Örtülmüş kabul ediyoruz.
Ben öğrencisi olamadım maalesef hocanın. Ama onun varı, yoğu, işi, gücü, öğrencileriydi, öğrencilerdi, öğrencilerleydi. Onu öldürerek ortadan kaldırmak isteyenler, katil olarak onun üstüne kimi yollamıştı, bilir misiniz? Bir üniversite öğrencisini. Cellatı bile kendi dünyasındandı yani. Hoca olmak böyle bir şey demek ki.
“Öğrencinizdim” hocam.
Şüphesiz.