Türkiye için hazin bir durum


Bundan AKP’nin, artık herkesçe sorgulanan Suriye politikasında ısrar edeceğini anlıyoruz. Oysa AKP’nin elinde ne Suriye krizini sonlandıracak, ne de ciddileşen mülteci sorununu hafifletecek bir enstrüman var. Bu ise Erdoğan’ın inadını daha da vahim kılıyor.
Erdoğan’ın zamanında söylediği “Suriye bizim iç işimizdir” sözü de böylece farklı bir anlam kazanıyor. Özetle, AKP’nin Suriye krizini iç siyasi mücadelesinin bir unsuru haline dönüştürdüğü aleni bir şekilde ortada. Oysa artık sadece şu veya bu partiyi değil, Türkiye’yi ilgilendiren vahim bir sorunla karşı karşıyayız.
Bu durumda, CHP’nin yaptığı gibi, TBMM’nin toplanmasını önermenin ne gibi bir sakıncası olabilir, anlamak mümkün değil. CHP’nin, Güvenlik Konseyi daimi üyeleri, Arap Birliği, AB, İran, Suriye’nin Arap komşuları ve Türkiye’nin katılacağı bir konferansı önermesi, ayrıca Suriye rejimiyle muhalefetinin de buna davet edilmesini istemesi de, gelinen aşamada, makuldür.

AKP’nin işine gelmiyor
Aslında Suriye rejiminin yanı sıra, Rusya, Çin ve İran’ın da bu toplantıya katılmaları yönündeki öneri AKP’nin işine gelmiyor. Parti kurmayları, bu ülkelerin AKP’nin Esad sonrası Suriye için bu geç saatte bile hala temenni ettiği kurguyu bozacaklarını biliyorlar.
Erdoğan da, Kılıçdaroğlu’na Suriye konusunda gönderdiği mektupta, bu yüzden, “Suriye’de tüm meşruiyetini yitirmiş bir rejim olduğunu” savunarak, “Şimdiye kadar tüm yaşananlar görmezden gelinip, bu rejimin barışçıl bir çözümün meşru bir tarafı gibi gösterilmeye çalışılması, Suriye’deki derin insani krizin sorumlusu olarak rejime destek vermek anlamına gelmektedir” diyor.
Güzel de, bugün ne Şam’daki rejim herkes için “tüm meşruiyetini yitirmiş bir rejimdir,” ne de Suriye muhalefeti herkes için meşrudur. Fransa’nın yaptığı ve Suriye muhalefetinin meşruiyetinin tanınmasını öngören önerinin ABD tarafından bile reddedildiği unutulmamalı.
Özetle, Türkiye Suriye konusunda ABD, İngiltere ve Fransa’nın kendi hesaplarına dayanan desteklerine büyük ölçüde sahip olsa bile, AKP için ne yazık ki, Rusya, Çin, İran, Irak gibi ülkeler için Esad rejimi meşruiyetini hala koruyor.
Aslında hükümet, bölgeye dönük politikaları açısından büyük bir çelişki içine düşmüş durumdadır. AKP yönetimi, özellikle de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun iş başına gelmesiyle, Batı’yı endişeye sevk eden,  “İslami dayanışmaya” dayalı bir dış politika gütmeye başlamıştı.
Batı’ya karşı meydan okurcasına savunduğu İran ve Suriye’ye de bu çerçevede büyük bir sıcaklıkla yaklaşmıştı. Erdoğan’ın, Sünni, Şii farkını gözetmeksizin Mehmet Akif’e dayandırdığı “Türk Arap’sız yaşamaz” söylemi de bu döneme rastlıyor.

Bölgesel oyun bozucu
AKP ayrıca Ortadoğu’yu “dış güçlerin” -yani İsrail yanlısı Batı’nın- oyunlarından kurtarmak için Türkiye’yi en önemli bölgesel “oyun kurucu” olarak lanse etmişti.
Ancak, beklenmedik gelişmelerle belirginleşen mezhepsel tercihleri nedeniyle AKP “İslami dayanışma” siyasetini kendi eliyle zedeledi.
Ancak bugün, bırakın “İslami dayanışma” çerçevesinde bölgesel “oyun kurucu” olmayı, Türkiye, “Müslüman komşuları” İran ve Irak’ın gözünde artık “Batı’nın taşeronluğunu yapan bölgesel oyun bozucu” konumundadır. AKP de zaten Suriye krizinin çözümü için ABD ve NATO’dan medet ummaktadır.
Ancak o cenahtan da ne Suriye rejimine karşı müdahale konusunda, ne de Türkiye açısından giderek tehlikeli boyutlar kazanan mülteciler için tampon bölge konusunda, güzel laflar dışında, istediği desteği henüz alabilmiş değil. Nitekim Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun dün Güvenlik Konseyi’nde bu konuda yaptığı çağrı da havada kaldı.
Özetle, gelişmeler ulusal güvenliğimizi tehdit edecek şekilde almış yürümüş, ama Erdoğan ve kurmaylarının yapabildikleri tek şey, Suriye yaklaşımlarını beğenmedikleri kişileri ve partileri, sırf iç siyasette inisiyatifi kaptırmamak için, “Baasçı” ilan etmekten ibaret.
Türkiye için gerçekten hazin bir durum.

(Milliyet gazetesinden alınmıştır)