Terörle topyekün savaşabilmek için

Yeni bir sürecin tam ortasındayız. PKK dışarıdan ve içeriden elde ettiği destekler eşliğinde terörü tırmandırıyor.


Görünen o ki daha da tırmandıracak. Gaziantep'teki katliam halka gözdağı vermek içindi. Şemdinli'deki kalkışma güvenlik güçlerinin moral ve motivasyonunu bitirmeyi hedefliyordu. Aynı zamanda halkı birbirine kırdırmak için ağır tahrik yapılıyordu. Uludere'deki zoraki yanlıştan sonra askerin elini kolunu bağlamak için var gücüyle seferber oldu, bazı güç odakları. Uludere'de bir hata yapıldığı açık; ancak bu hata, terör örgütü ile yapılması gereken etkin mücadelenin önüne geçmemeliydi.


Eylül ayını eylem ayı ilan etti terör örgütü. Güya 'Arap Baharı'nı modellediler. Halkı asker ve polisin önüne yığmayı planlıyorlar. Güvenlik güçleri halkın üzerine ateş açmazsa, kendileri ateş açacak. Bu planların deşifre olduğunu bilmiyormuşçasına konuşup PKK'yı aklamaya çalışanlar ya toplumun zeka seviyesini hafife alıyor; yahut başka bir amaç için çırpınıp duruyorlar.


Her defasında bir fırsat yakalayıp PKK ve KCK'yı destekleyenlerin terörle fiilî mücadeleyi "güvenlikçi zihniyet" diye yüklenmeleri hem teröriste cesaret veriyor; hem terörle mücadele edenin azmini kırıyor. Demokratik bir devlet tabii ki güvenlik ile özgürlük dengesini kuracak. Özgürlükçü olmak, teröriste boyun eğmek anlamına gelmez. 'Güvenlikçi' olmak da hukuk sınırlarını çiğneyerek devlete terör estirme hakkı tanımaz. Dengeli olmak için meselenin her boyutuna ayrı ayrı bakmak ve her alanda doğru adım atmak gerekir.


Şu anki manzara açık: Terör örgütü bir yandan vurkaç saldırılarına devam ederken diğer yandan da alan işgal etmek üzere yerleşim merkezlerini hedef alıyor. Bir çeşit meydan okuma bu. Karakol basıyor, şehri istila etmeye yelteniyor, sivil insanları haince katlediyor. Devlet ne yapacak? Elbette bu şer güçlerin nefes borusunu tıkayacak. Onlara destek veren ülkelerin hamlelerini boşa çıkaracak.


Böylesi kritik bir dönemden geçerken devletin alacağı pozisyon çok daha büyük önem kazanıyor. Öfkeye kapılmayacak mesela. Kanun dışına çıkmayacak. Kürtleri ayrı bir tahrikle, Kürt olmayanları ayrı bir kışkırtmayla sokağa dökmek isteyen ajanlara, provokatörlere fırsat vermeyecek. Devlet, her bir vatandaşını şefkatle, adaletle bağrına basacak. Basmak zorunda. Ancak istihbarat teşkilatlarının oyuncağı haline gelmiş örgütlerin bileğini bükmek de devletin boynunun borcudur. Ve Türkiye bu güce sahiptir. Ne var ki Türkiye, önümüzdeki çeyrek asır için sürüklenmek istendiği noktayı iyi görerek kendi planını kendisi yapmak zorunda.


Ankara'nın yollarını aşındırıp "müzakere" diyenler; bir diğer yandan da terör örgütlerine vur emri veriyor. Güya anarşi büyüdükçe elleri güçleniyor. Güya halk ne kadar bezgin bir psikolojiye mahkûm edilirse örgütün pazarlık gücü artıyor. Güya örgüt kan döktükçe kazanımlar elde ediyor ve Ankara terör örgütüne boyun eğiyor. Ne yazık ki aklı başında sanılan bazı adamlar bile bu söyleme teslim oluyor ve ortaya çıkan atmosfer "çözüm"e değil, kördüğüme sebep oluyor. Eşzamanlı bir mücadeleye ihtiyaç duyulduğu kesin. Hem demokratikleşme konusunda devlet en küçük bir tereddüde mahal vermeden adım üstüne atacak, hem de terör örgütünün belini kıracak. Dünyanın her yerinde terörle böyle mücadele edilir.


Bu arada vatandaşa da büyük bir sorumluluk düşüyor. Hiçbir kimse ya da kuruluş güvenlik güçlerinin görevini üstlenmeye yeltenmesin. O zaman anarşi çıkar. Bu, sadece bir partinin meselesi değil. Bazı kurnaz lafazanlar meseleyi tamamen politize ederek bir 'AKP karşıtlığı'na dönüştürmek istiyor. Yanlış! 30 seneyi aşkın bir zamandan beri yürütülen mücadeleden topyekûn ders çıkarmak gerekiyor.


Medyada yer alan bilgilere göre eylemlerin neredeyse tamamında emri "PKK Merkez Komitesi" veriyor. Onlarca olayda, binlerce cinayete karar verenler de bunlar. Peki kim bu adamlar? Hayaletlerden bahsetmiyoruz. Adları sanları belli bu kişilerin: Murat Karayılan, Cemil Bayık, Sabri Ok, Sofi Nurettin, Fehman Hüseyin, Duran Kalkan, Mustafa Karasu... 30 senedir örgütün başında bu adamlar var. İsimleri, kod isimleri, fotoğrafları, arkadaşları vs. biliniyor. İnternete girseniz bu adamları tek tek görürsünüz. En kritik soru şu: Bunca cinayetin, bombalamanın, adam kaçırmanın vs. emrini veren bu kişiler için 30 yıldır herhangi bir şey yapılamadı mı?


KCK operasyonlarında yakayı ele veren ve MİT mensubu olduğu anlaşılan "foto muhabiri" Mustafa Özer'in hafta içinde İstanbul'da davası vardı. 17. Ağır Ceza'da başlayan davadan öğreniyoruz ki Fransız Haber Ajansı (AFP) kimliğiyle görev yapan "gazeteci ajan" Murat Karayılan'la defalarca görüşmüş, PKK'nın Avrupa Merkezi'ne sızmış, örgütün Avrupa beynine girmiş ve bin 500 kişinin ismini MİT'e bildirmiş. Peki sonra? Sonrası meçhul. Sadece MİT görevlileri değil ki! Murat Karayılan ile görüşmeyen gazeteci yok neredeyse. Bu kadar sık görüşülen bir insanın bu kadar gözden ırak tutulması tuhaf gelmiyor mu size de?


Bir de şöyle düşünün: Amerika ya da Avrupa ülkelerinden biri, 30 senedir bir örgütle silahlı mücadele veriyor ve o örgütün beyin kadrosu biliniyor olsun; lider kadro bu kadar rahat olabilir miydi? 30 senedir aynı kişilerin örgütü yönetmesi örgütün tabanını bile rahatsız ediyor da terörle mücadele edenler bu tür ayrıntıları dikkate almıyor mu? Daha da kritik bir soru var: Örgüt lideri teslim edilmesine rağmen bu fırsatı iyi kullanamayan Türkiye, nerede hata yapıyor? Kendi planı olmayan başka planlara mı tabi oluyor?


Terör aslında global bir sorun; o yüzden uluslararası işbirliği yapılıyor. Pek çok terör örgütü için gerçekleştirilen uluslararası işbirliği, neden söz konusu PKK olunca bir anda etkisiz hale geliyor? Bu soruların cevabı doğrultusunda örgütle mücadelenin tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. Konu sadece bilgi ya da istihbarat paylaşımından ibaret değil ki...


Demokrasiyse sonuna kadar demokrasi. İnsan haklarıysa dibine kadar insan hakları. Temel hak ve özgürlüklerin inşası ise en zirvesine kadar özgürlük. Ancak terör örgütünün vahşetine bir son vermek şart! Bilmem kaç devlete birden aynı anda taşeronluk yapan terör şirketinin karanlık hesaplarını mercek altına almak, patronlarının ve ortaklarının amacını doğru okumak gerekiyor ki sorunu kökten çözebilelim. Başka türlü halkı terör korkusundan kurtarmak da katılımcı bir demokrasiyi yaşatmak da mümkün gözükmüyor.


Hem gazeteci hem istihbaratçı olunur mu?

Ajan gazetecilik diye internette çok kısa bir araştırma yapın; muazzam bir arşiv bilgisine ulaşıyorsunuz. Hele Türkiye'de! Sadece dedikodu değil. Somut isimler, bariz olaylar, inandırıcı tespitler. Büyük bir gazetenin Ankara'daki ikinci adamının ajan diye deşifre olmasından tutun, 12 Eylül döneminde gazetede konuşulanları anı anına istihbarata sızdırana kadar pek çok çarpıcı örnek var ortada. Mesela 12 Eylül darbesinin sabahında bir gazeteci, işyerine (Cumhuriyet Gazetesi) subay elbisesiyle gelmiş. Meğer istihbarat elemanıymış. 12 Eylül öncesinde ülkücülerin heyecanla okuduğu Hergün Gazetesi'nde yıllarca gazetecilik yapan bir kişinin aslında maaşlı bir istihbarat elemanı olduğu yıllar sonra netleşmiş...

Son dönemde ajan gazeteci kimliğini meşru gören; hatta "Ne var bunda canım, ajanlık kötü bir şey mi?" diye soran bir mantık yerleşiyor. Bu mantığın daha düne kadar rejimi hatta devleti meşru görmeyen bazı çevrelerde yaygınlaşması düşündürücü.

Tabii ki istihbaratçılık da bir meslek; hatta düzgün yapıldığında kutsal bir meslek bile sayılabilir. Ancak hem ajanlık hem gazetecilik yapmak; üstelik bunu gizli bir şekilde yapmak; o da yetmiyormuş gibi bunun doğru olduğunu savunmak korkunç bir hatadır. Çünkü gazeteci kimliğinle yaptığın haberlerin, yazdığın yazıların, attığın manşetlerin, gündem oluşturan bilgilerin hepsi bir anda derin bir boşluğa düşer. Anlattıklarının psikolojik bir harekât olmadığını kim, nereden bilecek?

Polis-adliye muhabirleri başta olmak üzere bazı gazeteciler Emniyet'ten de, MİT'ten de, askerî istihbarattan da bazen bilgi alır; ancak onların dümen suyuna girmemek kaydıyla. Kendilerinin "kullanılan eleman" durumuna düşmesi, gazeteciliğin bitmesi anlamına gelir. Hele bir de herhangi bir istihbarat örgütünden maaş alıyorsa, her şey olabilir ama asla gazeteci olamazlar.

MİT eski Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür "çok sayıda ajan gazeteci" olduğunu söyledi. Eski başbakanlardan birinin istihbarattan maaş alan gazetecilerin listesini birilerine gösterdiği söylendi, yazıldı. Kimdir bunlar, hangi gazetelerdedir, yaptıkları haberler ne kadar yönlendirmeye tabidir bilemiyoruz; ancak bir gün bu ilişkiler netleşirse yeni bir "yakın tarih" yazılacağından kimsenin kuşkusu olmasın...


PANORAMA

4+4+4'e geçiliyor ya, eleştirilerin haddi hesabı yok. Bir kısım itirazların (sınıf ve öğretmen yetmezliği gibi) dikkate alınması şart; ancak birileri ısrarla Kur'an ve tecvit dersinin seçmeli hale getirilmesine içerliyor. Mesela CNN Türk'te rastladım; kıyameti koparıyorlar. Tamam, gerekiyorsa bunu da tartışalım; lakin bu ülkenin çocuklarının seçmeli Kur'an dersi almasından bu kadar rahatsızsanız "tecvit'i, "tevcit" yazmaktan vazgeçin bari. İnsan ister istemez "temcit" sanıyor ve temcit pilavını hatırlıyor...

Savaştan kaçıp ülkemize sığınmış insanların, misafir edilmesi yeni değil. Daha önce de diktatörlerden kaçan kitleler bu ülkeye sığındı. Ne var ki ilk defa misafirlerimize karşı bir kısım sol örgütler kötü davranışlarda bulunuyor. Hatay'da mültecilere karşı yürütülen ve sol örgütler tarafından yürütülen kara propaganda ve kötü muamele tarihe not düşülecek kadar feci bir durum. Bir de Esed'e verilen korkunç destek var. Bizdeki sol da mezhepçi. Bir diktatörü alkışlayacak kadar hem de. Bugünler gelir geçer ama bizdeki Baas'çılar unutulmaz...

Atabeyler Çetesi diye bilinen davada mahkeme "Örgüt yok" demişti. Bazı çevreler bunun üzerine büyük bir kampanya yaptı. Birkaç gün önce mahkeme gerekçeli kararını açıklayınca o çevrelerin acele ettiği anlaşıldı. Savcının ta baştan davayı yanlış bir maddeden açtığını ifade eden mahkeme, savcılığın "silahlı terör örgütü kurmak" maddesinden dava açması gerektiğini söylüyor. Meselenin bam teli de bu olsa gerek. Bekleyelim, görelim.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)