Televizyon dizilerindeki ailelerin çocukları hiç mi askere gidip, şehit olmazlar?..
Bu kadar televizyoncu, “uyuz televizyon programları” yazısını yazdığım ana kadar, arka arkaya şehit verilen günlerde, “programlar yayınlansın mı yayınlanmasın mı?..” tartışmasının çukurunda takılıp kalmıştı...
Hiçbirinin içinden “bir parça yaratıcı bir fikir, toplumun sesi olabilecek bir televizyoncu hissi, bir farklılık yaratma sevdası” geçmemişti...
Sanki icraatın içinde değil, akedemideydiler mübarekler ve tartışmaktaydılar:
“Şehitler fazla olduğunda programları yayınlayalım mı yayınlamayalım mı?..”
Arkadaş siz “ay”da mı program yapıyorsunuz?..
Hayatın dayattığı şeyleri, yaratıcılığınızı kullanarak programın içeriğine katsanıza...
O günlerde bir tek Can Tanrıyar’ın yapımcılığını yaptığı, Petek Dinçöz’ün programında rastgeldim...
Belli ki Can’ın aklına “Nefes” filminden, askerlerin beraber türkü söyledikleri bölümü yayınlamak gelmiş...
Onu yayınladı da, televizyon bir parça “toplumun duyarlı damarlarının sesi olabildi...”
Bu ülkede televizyon programcılarının önemli bir kısmı “toplumun sesini yansıtmıyorlar...”
Çünkü kendileri “toplum” değiller...
Herkes yaşadığı dünyayı “tek gerçek” sanır...
Televizyon programcıları şehitlerin dünyasında yaşamıyorlar...
Onların bir yakını Güneydoğu’da şehit olmuyor...
Çok yakınlarında biri “gazi” olup sakat dönmüyor evine...
Ocaklar sönmüyor çevrelerinde...
O dramların bitmek bilmeyen acısı hüküm sürmüyor hayatlarında...
Tuzları kuru arkadaşların!..
Hain saldırılarda, “çokça bir gözyaşı, bir taziye mesajı, sese dramatik tonaj verilerek okunan bir metin, arada bir ağlama ve çokça ‘Allah Belanızı versin’ türü garabet bir reaksiyon” televizyon programcılarının görüp göstereceği şeydir...
Şimdi de “Televizyon programlarını kaldırmak kolay... Sıkıysa dizileri kaldırın” tartışması başladı...
Bunların derdi, bu kirli savaşta, bir tavır almak, televizyonculuğunu ve ustalığını konuşturup, yaraya bir yerinden merhem olmak falan değil...
Bütün dertleri, bu rüzgarda “hangi rakiplerimizin çanına ot tıkarız?..”
Başka hesapları yok emin olun...
Şu Pazar günü vaktiniz bol...
Oturup serinkanlılıkla düşünün...
Televizyon programlarında, bu kadar duyarlı bir konuda gösterilen yaratıcılık yayıncılık mıdır?..
Hadi televizyon programcıları profesyonel dramacı değiller, hayatın romanını yazıp yönetmiyorlar...
Bu konuda mesleki deformasyon gereği kabızlar...
Akıllarına yaratıcı bir fikir, toplumun damarına yönelik bir program akışı gelmiyor...
Peki televizyon dizileri ne yapıyorlar?..
Bunca şehit, kan, gözyaşı varken, bizim te-levizyon dizilerinin en yaratıcı manşetleri, “Ahlaksız teklif”tir...
Genç kadının borcu var da adam durumdan yararlanıp “istersen bir gecede ödeyebilirsin” diyor!..
Otuz bin evlat şehit olacak...
Bunca aile şehit verecek derin acılar içinde kıvranacak...
Ocaklar sönecek...
Bu toplumun öykülerinden beslenecek, yaşamından ilham alacak, hayatını aksettirecek televizyon dizilerinde en yaratıcı fikir “paranı bir gecede ödeyebilirsin” şeklinde sunulan “ahlaksız teklif” olacak...
Neredeyse 20 yıl oldu...
1993’te bir Hollywood filminde Robert Redford, Demi Moore’a “bir milyon dolarlık” ahlaksız teklifte bulunuyordu...
O günden beri, bu çok yaratıcı fikri çiğneyip duruyorlar...
Bunca şehitin, bunca gazinin, bunca sönen ocağın hikayesi, senaryonun ana teması olmasından vazgeçtik bir yan öykü muamelesi görmüyor... Varsa yoksa “ahlaksız teklif...”
Ne diyor adam?..
“İstersen paranı bir gecede ödeyebilirsin...”
Böyle yapmaları doğal aslında...
Onlar ölmüyorlar...
Onlar şehit vermiyorlar...
Onların çevrelerinde analar babalar çocuklarını kaybetmiyorlar...
Bellidir ki hayatlarında ve dünyalarında makul miktarda “ahlaksız teklif”ler vukuu bulmakta... Herkes yaşadığını anlatır...
Televizyon dizilerinde aileler, şehit vermez, çocukları gazi olmaz, ocakları sönmez...
Öyle bir hayatları yok ki onları yapanların çünkü... Varsa yoksa “Ahlaksız teklif”
Yaşadıkları “mübarek” hayatı o anlatıyor çünkü...
İPEK TUZCUOĞLU ERKEK OLSAYDI “ÜNLÜ KADINLA” OLMAZ MIYDI?..
Yazın biz çocuklarla tatil yaparken, kaldığımız yere gelip iki gün kalmıştı İpek (Tuzcuoğlu)...
O zaman da söylemişti masada hep birlikteyken:
“Erkek olsam, ünlü bir kadınla ilişki yaşamazdım...”
Devamını getirmemizi beklediğini farkedince de devam etmişti:
“Ünlü bir kadınla oldular mı, bir kere bakışlar hep o kadında oluyor... Doğal olarak erkek bir süre sonra bu durumu kompleks yapıyor... Sosyal ortamda erkekliğini tam hissetmiyor... Kadın zaten ilgi çeker... Bir de ünlü olunca hep ona hizmet, hep ona sormak, yanında adam var mı yok mu belli olmuyor...”
İpek’i dinledim...
Masada çocuklarımın annesi Deniz de vardı...
Doğrusu İpek’in dediklerini ben yaşamamıştım, onun için çok içselleştiremedim...
Fakat benim içimde de “ünlü bir kadınla olmanın yaşanmış tecrübeleri” vardı elbet...
Ünlü birisiyle olduğunuzda “birlikteliğiniz ve ayrIlığınız”da hep herkesten fazla yük yaşarsınız...
Çünkü birlikte olmanız haberdir...
Ayrılmanız daha büyük haberdir...
Oysa insan ilk birlikte olduğunda, biraz mahremiyet ve romantizm arar...
Ben mahremiyet yerine, o kadar çok göz üzerimizdeydi ki “mahkumiyet” yaşadım açıkçası ünlü kadınlarla ilişkilerimde...
Ayrılırken ise, durum iyice felaket...
Ayrıldığına mı üzülürsün, kendini mi toparlayacaksın?..
Kimsenin umurunun teki değildir...
İnsan “herkesin gözünün üzerinde olmadığı bir aşk ayrılığında bile” yeterince moral bozukluğu ve depresyon yaşar...
Bunu bir de milyonların gözü önünde yaşadığınızı düşünün...
Vallahi hiç tavsiye etmem...
SEVGİ SAHTEKARLARI...
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; -”Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
-”Bakın göstereyim” demiş ermiş...
Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış...
Hepsi oturmuşlar yerlerine...
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da “derviş kaşıkları” denilen bir metre boyunda kaşıklar...
Ermiş;
-”Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz...” diye bir de şart koymuş.
-”Peki” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne?..
Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına...
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan...
Bunun üzerine;
“Şimdi...” demiş ermiş;
“Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe...”
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuşlar sofraya bu defa...
“Buyrun” deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını...
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan...
“İşte” demiş ermiş, “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır...
Ve kim karşısındakini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır...
Şüphesiz şunu da unutmayın...
Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman...”
Burçin Alpacar gönderdi “Hayatta mutlu olmak istiyorsan, almayı değil vermeyi öğrenmelisin” mesajını içeren bu öyküyü...
Ne zaman ki, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” düşüncesiyle değil, tamamen hesapsız iyilik sunarsınız çevreye, o iyilik katmerlenerek başka bir olayda evren tarafından size gönderilir...
“Bu istisnadır öyle olmuyor çoğu zaman” diyenleri duyuyor gibiyim...
O zaman onlara hiç ummadıkları bir cevap vereyim... Hiçbir istisnası yok...
Her zaman “hesapsız kitapsız verilen iyiliklerin bir türlü karşılığı vardır...”
Bu arada bu gerçeğe buna inanmak istemeyenlere maalesef mutsuz olacakları bir de haberim var...
“Eğer bir insanın önünü kapıyorsanız, onun zararsız duygularını bloke ediyorsanız, gelişimini engelliyorsanız, ya da bir insana egonuza yenik düşerek kötülük yapıyorsanız” bu kötülüğün cevabını da yaşadığınız hayat içinde mutlaka bulacaksınız...
Aynı olayda değil, çok başka bir olayda çok başka bir yerde... “Bir gün mutlaka...”