Tek suçlu 12 Eylül mü?

DEĞERLİ bir yazar arkadaşımızın köşesinde okudum. 12 Eylül darbesinin yaptığı tahribattan biri de “Okumanın suç olduğunu beyinlere işlemiş, okumayan bir toplum yaratmış” olmasıymış. İstatistiklere baktım. 1979 yılında Türkiye’de 5071 kitap basılmış, darbenin yapıldığı 1980’de 4318’e düşmüş... Öyleyse doğru mu?!

Sosyolojik olarak biliyorum ki, toplumların okuma alışkanlığının köklü sebepleri vardır; siyasi olaylardan bire bir etkilenmez. Nitekim istatistiklerin devamına baktığımızda basılan kitap sayısı 1982’de 6190’a, 1983 yılında 7180’e çıkmış! Sağ-sol koalisyonunun olduğu 1995’te ise 5172’ye inmiş! Böyle iniş çıkışlar var ama genel gidiş yukarıya doğru: 2011 yılında basılan kitap sayısı 39 bini bulmuştur!

Hemen bütün yıllarda dini yayınların oranı da yüzde 6-7 civarında, esaslı bir değişme yok.

Kapalı köylü toplumlarının okumaya ihtiyacı olmaz, okuryazarlık çok azdır. Okuma alışkanlığının gelişmesinde şehirleşme, eğitim, profesyonelleşme, orta sınıfın gelişmesi gibi köklü dinamikler rol oynar.

Bugünkü konum kitap okuma değil, 12 Eylül’ün yargılanması... Okuma örneğinden konuya girmemin sebebi, toplumda gerçekten büyük tahribat yapmış olan 12 Eylül’ü bütün kötülüklerin anası gibi görmenin yanlışlığını ortaya koymak.

12 Eylül, toplumda ‘istenmeyen’ yapılanmaların “kökünü kazımak” için ülkeyi büyük bir hapishaneye çevirmişti değil mi?

Peki, 12 Eylül öncesindeki silahlı eylemlerde 5 bin kişi öldürülmemiş miydi? Her bir taraf, öbür tarafın “kökünü kazımak” için yapmamış mıydı bu cinayetleri?!

O zamanki sloganları, yayınları, silahı, bombayı yücelten bildirileri burada sayıp dökmeyeceğim.

Efendim, onlar “derin devlet”in provokasyonlarıydı!

Peki, sorun bakalım, ülkücüler ve devrimciler “derin devlet”in oyuncağı olduklarını kabul ederler mi?! Elbette etmezler.

Çatışmacı ve otoriter siyasi kültürümüzün yarattığı “kökünü kazıma” tutkusu yakın tarihimizi siyasi krizlere sürüklemiş, hatta kana bulamıştır! Gencecik insanlar bu zehirli “tutku”yla birbirini öldürürken koca koca politikacılar ülkeye bir cumhurbaşkanı seçebilmiş miydi?! Bir masa etrafına oturabilmiş miydi?!

Aynı şiddet ve çatışma kültürünün, silahlı, tanklı ve silahsız versiyonları!..

“Devlet” suçluydu da “örgüt”ler masum muydu?!

Bu toplumsal ve siyasi hastalıklarımız elbette 12 Eylül rejimindeki gaddarca işkenceleri ve 1982 Anayasası’yla kurulan vesayetçi sistemi aklamaz... Ama 12 Eylül’ün yaptıkları Türkiye’yi 11 Eylül’e getiren siyasi ve kültürel ayıplarımızı unutturmamalı!

2011 Türkiye’sine bir bakın, 1990’lardaki çatışmacı siyasi kültürü ne ölçüde aşabilmişiz?!

12 Eylül devrimcilere işkence yaptı da, ülkücülere yapmadı mı? Otuz yıl sonra eski kavgayı mahkeme kapısında sürdürmek nasıl bir kültürdür?!

Dönemin somut suçu olmayan kamu görevlilerinin toptan yargılanmasını isteyen, bu yolda hukukun evrensel kurallarını yok sayan bir intikamcılık nasıl bir kültürdür?! Başka türlü bir “kökünü kazıma” tutkusu değil mi?

12 Eylül darbesinin geçici 15. maddedeki dokunulmazlık sebebiyle zamanaşımına uğramadığını ve yargılanabileceğini ilk yazanlardan biri benim. Yargılamayı destekliyorum. Ama 12 Eylül’ü mikroskop altına yatırırken, toplumsal ve siyasi hastalıklarımızı göz ardı etmeyi yanlış buluyorum.

Refik Halit Karay’ın Meşrutiyet dönemindeki azgın siyasi kavgaları ve silahlı eylemleri anlatan satırlarından bu yana, yakamızı bırakmayan bu siyasi ve toplumsal hastalığımızla yüzleşmemiz 12 Eylül’ü yargılamak kadar mühimdir, unutmayalım.

(Hürriyet)