Tarihe bir not olsun…

Öteki dünyada ilahi bir hesaplaşma olacak mı? İnsanlar yaptıklarından veya yapmadıkların ötürü ayrıca mahşerde yargılanacak mı?

Bu sorunun cevabı kişilerin inancına göre değişiyor elbette… Ama kişilerin inancına göre değişmeyen, mutlak şekilde gerçekleşeceği bilinen üçüncü bir yargı daha var…

O da “tarih” yargısı…

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, tarihin yapacağı yargıdan kimsenin kaçması mümkün değil…

Şu anda biz nasıl geçmişi yargılıyorsak; günü gelip tarih olduğumuzda birileri de bizi mutlaka yargılayacak…

Kendimizi savunma imkanı bulamayacağımız bu mahkemede inşallah torunlarımızı utandıracak bir sonuçla karşılaşmayız…

Geçmişte olup bitenler hakkında en doğru bilgiyi, tek başına akademik olarak yazılmış kitaplar veremez…

Şayet verebilseydi, temize çıkarmak istediğimiz şahıslar hakkında oturup sürekli makale yazardık!...

Örneğin,  Hz.Muhammed’i ele alalım… Veya Atatürk’ü…

Her iki ismi de tarih önünde mahkum edebilmek için binlerce kitap ve makale yazıldı…

Ve hala da yazılıyor… Ama bunların hiçbirinin insanların gönlündeki izleri silmeye bir etkisi olmuyor…

Akademik yayınların başka bir noksanı daha var…

Mesela bir savaş anlatılırken; genellikle kaç asker vardı, ne kadar top-tüfek kullanılmıştı, olay nerede olmuştu, komuta kimdeydi gibi soruların cevabından söz edilir…

Bilimsel çalışmaların neredeyse hiçbirinde sıradan hayatlar önemli sayılmaz… Savaşın o hayatlar üzerinde bıraktığı izler ve yarattığı değişiklikler genellikle değer görmez…

Hâlbuki asıl önemsenmesi gereken sonuçlar o sonuçlardır…

Sıradan insanların hayatındaki dönüşümler ve bu dönüşümün yarattığı izler veya etkiler, gün gelir yukarıda sözünü ettiğim “tarih mahkemesinin” yargıcı olur…

Biz o izlere; insanların birbirine yazdığı mektuplarda, söylediği manilerde ve türkülerde, sözlü olarak kulaktan kulağa anlatılan destanlarda veya hatıralarda rastlarız değil mi?…

Osmanlı Devleti kurulurken, çok yüksek bir adalet ve çok ileri bir ahlak anlayışı ile kuruldu…

İlim, irfan ve medeniyet 16.asra kadar baş tacı edildi…

Orta Asya’dan getirilen zengin Türk Kültürü ile İslamiyet bütünleştirildi…

Manevi anlamda hiçbir değerli birikim o tarihe kadar zarara uğratılmadı…

Ülkeyi yönetenler yetkilerini de, sorumluluklarını da hakkıyla bildiler…

O yüzden; siyaset, ticaret, eğitim, din, hukuk ve bürokrasi başta olmak üzere kamuya ait hiçbir alan “istismara” uğramadı…

Yaklaşık 250 yıl boyunca kaynağını; Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana gibi erenlerden alan bir dindarlık yaşandı coğrafyamızda…

Türk-İslam Medeniyeti” tarihteki zirvesine ulaştı!...

Akıl ve ahlak ile temellendirilen o dindarlık, daha sonra aniden kayboldu…

Yerini de, Emevi alimlerin Mısır’dan getirdiği yapay ve biçimsel dindarlık aldı…

Türkün ve Türklüğün hor görüldüğü dönem böyle başladı…

Toplum “ofsayt” durumuna düştü haliyle…

Halkın durduğu yerle, Emevi İslamı’nın durduğu yer birbirinden çok farklıydı…

Bu farklılık çeşit çeşit mezhepler doğurdu…

Neticede; Yesevi’lerin ve  Hacı Bektaş-ı Veli’lerin devri bitti;  İmam-ı Rabbani’lerin ve Halid-i Bağdadi’lerin devri başladı …

Anadolu toplumundaki bu keskin değişimin iki büyük dönüm noktası vardır…

Biri Timur İmparatorluğu ile yapılan Ankara Savaşı, diğeri de Şah İsmail ile yapılan Çaldıran Savaşı…

Türk Müslümanlığının ortadan kayboluşu, tarih kitaplarının “zafer” diye bahsettiği Çaldıran Savaşı’nın bir sonucudur esasında!…

Çünkü, o sözde “zafer” neticesinde; Osmanlı Devleti kendi kardeşlerine sırtını dönmüş, yüzünü de tamamen Arap coğrafyasına çevirmiştir…

Diğer yandan, Yavuz Sultan Selim’in yaptığı şeyi ondan yıllar önce dedesi Yıldırım Bayezid yapmak istemiş; fakat Timur’un ordusuna mağlup olmasının neticesinde bunu gerçekleştirememiştir…

Yine tarih kitaplarının “hezimet” diye anlattığı bu “Timur Yenilgisi”;  işin aslına bakıldığında, devletin kendini yeniden toparlaması için önemli bir fırsat yaratmıştır görebilene!...

Günümüze gelindiğinde konuya aynı şekilde bakmak lazım…

Yetkili otoritenin bugün “zafer” yahut “hizmet” diye kayıtlara geçirdiği birçok hadise, acaba gelecekte toplumu neye dönüştürecek?

Söz gelimi, “muhacire yardım” mottosuyla yaptığımız fedakarlıkların karşılığında daha sonra neyle karşılaşacağız?

En zor gününde bu memlekete, iktidar gölgesinde sürekli göbeğini şişirenler mi sahip çıkacak; yoksa her kriz döneminde sürekli “iliğini- kemiğini” kuruttuğumuz ama buna rağmen devletine olan sadakatinden asla vazgeçmeyen garibanlar mı?

Sorunun cevabını tarih verecek ve yargılamasını da mutlaka tarih yapacak...

Bu yazı da, onu bir asır sonra okuyacaklar için benden tarihe bir not olsun!...