Suriye bak git!



*1991 yılının bahar ayları... Okuldaki arkadaşlarımla yaklaşan bayram tatili için Bodrum planları yapıyoruz. Birkaç gün sonra kendimi NBC ekibi ile birlikte Hakkâri’ye doğru Zap Nehri’nin kıyısından giden bir aracın içinde buluyorum. Sabahın erken saatlerinde Çukurca’ya varıyoruz. Dağ taş insan. Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtler günlerce süren yolculukları sonrasında Türkiye sınırındaki dağlardan aşağı doğru yürüyorlar. Dağlardan sis kalkmamış, yağmur yağıyor. Bir kadın kucağında bebeği ile dimdik, heykel gibi duruyor. Etrafını insanlar sarmış, bir şeyler söylüyorlar. Birazdan bebeğin öldüğünü anlıyorum. Kadın bebeğini vermek istemiyor. Çığlıklar içinde ölü bebeği kadının kollarından neredeyse koparıyorlar. Ertesi gün öğleden sonra kampın ortasında küçük küçük mezarlar kazılıyor. Uzun yürüyüş sırasında ölen bebekler ağıtlarla toprağa veriliyor. Hayatım boyunca burnumdan gitmeyecek ölü bebek kokusunu ilk kez o an duyuyorum.
Savaş kötü bir şeydir.

*Güney Lübnan’da İsrail-Lübnan sınırı arasında Hizbullah gerillaları ile İsrail arasındaki çatışmalar devam ediyor. Beyrut’tan özel bir araba tutup Sur şehrinin ötesindeki ‘cephe’ye gitmek için yola çıkıyoruz. Mültecilerin sığındığı bir kampın bombalandığı haberleri geliyor. Beyrut ile Sayda şehri arasında yol kesiliyor. Sahilin kenarından devam eden yolu açıkta bekleyen üç İsrail savaş gemisi ablukaya almış. Bir kilometrelik alanı periyodik olarak araç geçmesin diye bombalıyor. Şoförümüz kilometrelerce uzayan araç kuyruğunu sollayarak kesilen yolun en önüne geliyor. Lübnan askerleri aracı durduruyor. “Gazeteciyiz, geçmek istiyoruz” diyorum, açıktaki gemileri gösteriyor. Bir ıslık sesi duyuyoruz birkaç yüz metre ötemizde, bir gümbürtü, yerden yükselen beyaz bir duman... Bir süre bu ritüeli seyrediyoruz. Derken son patlayan bombadan sonra şoförümüz basıyor gaza... Önümüzde bir tane, arkamızda bir tane daha beyaz duman yükselirken geçiyoruz. Bir saat sonra Kana Kampı’na varıyoruz. Birleşmiş Milletler’in kampına sığınan sivillere İsrail yanlışlıkla füze yollamış. Bilanço 100 çoluk çocuk ölü. Kampta kesif bir insan ölüsü kokusu var. Kurtulanlar bir yere toplanmış, hep beraber ağıtlarla ağlıyorlar...
Savaş kötü bir şeydir...

*Kâbil’e Taliban’ın eline geçtiği günün ertesinde varıyorum. Sokaklarda dolaşan sakallı Taliban militanlarına fantastik bir romandan fırlamış yabancılar gibi bakıyorum, onlar da benim tıraşsız yüzüme aynı şaşkınlıkla bakıyorlar. Gece karanlığı, elektrik olmayan Kâbil’in üzerini kara bir çarşaf gibi örtüyor. Ertesi gün ‘cephe’ye gidiyoruz. Salang Geçidi’nden geçerken Rusların Afganistan’ı işgalinden yani bir önceki savaştan kalma yanmış tank enkazlarının yanından geçiyoruz. Güzelbahar Köyü girişinde bir pikabın arkasına Katyuşa’lardan oluşan bir düzenek yüklenmiş. Arabamızı yanına park ediyoruz. Katyuşa’lar arka arkaya ateş etmeye başladığında yer sallanıyor, dizlerimin bağı çözülüyor. Bombaların düştüğü tepede Taliban’ın çatışmasını izlemeye giderken yürüyoruz. Geriye dönüşte arabayı bıraktığımız yerden bir duman yükseliyor. Bomba düşmüş. Bir evin önünde ‘Şimdi ne yapacağız?’ diye endişeyle oturuyorum. Küçük bir çocuk gelip yanıma çöküyor. Korku dolu gözlerle bana bakıyor. Umutsuzluğun dilinden konuşuyoruz. Çaresizlikle bakıyorum. Sessizce... Zaman duruyor.
Savaş kötü bir şeydir.

*Doksanlı yılların ortası, Kuzey Irak’ta Erbil’in sokaklarında yürüyoruz. Talabani kuvvetleri bir kez daha Barzani kuvvetlerini yenmiş ve Erbil’i ele geçirmiş. Neredeyse her sokak başında elinde Kalaşnikov’lu gençler birer kontrol noktası oluşturmuş. Şehrin arka sokaklarına dalıyoruz. Bir kadın kolumdan tutuyor, çekiştirerek beni evine doğru götürüyor. Yanımda Kürtçe bilen tercüman kadın söylediklerini tercüme ediyor. Birazdan kadının dımdızlak evine varıyoruz. Kadın, mutfağa benzeyen kısımda yerde duran bir torbayı eline alıp bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Tercümanımız Kürtçeden Türkçeye tercüme ediyor: “Allah belasını versin bunların savaşının. Bir torba un kaldı. 9 kişiyiz, başka yiyeceğimiz yok. Söyle bize ne yapacağız?” Ardından başlıyor ağlamaya... Bir süre kadını izliyorum. Yapacak bir şey yok, ben de ağlıyorum.
Savaş kötü bir şeydir.

*Günlerdir kapıları olmayan askeri bir cipin içinde Kuveyt’ten Bağdat’a giden bir askeri konvoydayız. Amerika Irak’ı işgal ediyor. Güneş yüzüme dokunduğunda gözlerimi aralıyorum. Yolda Kerbela’ya doğru yürüyen binlerce insan var. Hepsi sessiz ve nefret dolu gözlerle bakıyor işgal arabalarına... Birkaç gün sonra Amerikan askerlerinden ayrılıp kendimi Bağdat sokaklarına atıyorum. Ellerinde benzin dolu bidonlarla yağmacılar dolaşıyor. Şehrin üzerinde kara dumanlar var. Yağma edilen yerleri yakıyorlar. Bir silah pazarının ortasında duruyorum. Tezgâhların üzerinde silahlar ve mermiler satılıyor. Gece karanlık çöküp güneş battığında yağmalamak ve yağmacılardan korumak için halk alışveriş yapıyor!
Evet, savaş kötü bir şeydir.

*Aklımın arkasında kalan bu birkaç savaş enstantanesini yazmamın nedeni, birilerinin ‘yarını bile bekleyemeden’ savaş tamtamlarını çalmaya başlayacağını bildiğimdendir. Suriye ile bu iş nasıl çözülür bilmem; tek bildiğim, savaş kötü bir şeydir.

(Radikal gazetesinden alınmıştır)