İnsanlığın içini kemiren, ihtiraslara, hırslara, doyumsuzluğa esir eden ve çoğu zaman insanlığın felaketine sebep olan şeylerden biri de kuşkusuz “kibir”dir. Allah'ın en çok nefret ettiği, şeytanın en çok sevdiği şey yine kibirdir. Zaten şeytanı da şeytan yapan ve onu melun eden şey de yine kibir değil midir?
Firavunların, Nemrudların, Şeddatların, Ebu Cehillerin, Adolf Hitlerin, Saddamların ve onlar gibi tarihte varolan nice Gaddarların sonu helak olmasının tek nedeni ve hepsinin de ortak özelliği “kibir” idi.
Allah'a meydan okuyan ve sonunu Nil Nehrinde boğulmayla sonlandıran Firavun için Allah ne demişti? “İnne Firavne tağute fil ardi.” “Şüphesiz ki Firavun yeryüzünde kibir yaptığı için sonu helak olmuştur.” demişti.
Yine Allah'a elindeki yayla ok atan ve “Allah benim” diyen Nemrud'un sonu nasıl olmuştu? Nemrud'un sonunu sadece bir sinek getirmişti. Evet “ben Allah'ım” diyenin sonunu tek bir sinek getirmişti.
Kibir, nefis ve şehvet; insanı insanlıktan çıkaran, insani duygularının yok olmasına, adaletsizliğin, zulmün ve hukuksuzluğun yayılmasına sebep olanların başında gelir.
Yani kibir kötüdür, felakettir ve uçurumdur biz insanoğlu için.
Peki insanoğlu neden kibirli oluyor?
Biz insanoğlu güçten kibir kapıyoruz, şehvetten, şandan ve makamdan kibir kapıyoruz. Maldan, mülkten ve sahip olduğumuz sosyal statüden kibir kapıyoruz. Arkamızda varolan milyonların desteğinden kibir kapıyoruz. On binlerce aşiret üyelerimizden ve binlerce dönüm arazimizden kibir kapıyoruz.
Kapıyoruz, kapıyoruz, kapıyoruz ve en sonunda kendimizi kibre tamamen kaptırıyoruz ve yok oluyoruz.
Milyonların desteğinden, arkasındaki silahlı, siyasal ve ekonomik güçten güç alanlar bu sefer kendilerini bir Tanrı, bir yaratıcı ve haşa sümme haşa bir Allah gibi görmeye başlıyor ve asıl bizi var eden Allah'la kafa tutmaya çalışıyorlar.
Yaşadığımız çağda en çok kibri; güçlü iktidar, örgüt ve sermaye liderlerinden, kendini şehvete kaptıran sanatçılardan, yazarlardan ve kimi siyasetçilerden görüyoruz. Hatta zamanında benden daha çok açlığın ve yoksulluğun pençesinden kıvranıp sonradan her ne olduysa zenginleşen, zenginleştikçe kendini bir halt sanan zavallı insanlardan da bu kibri ve kibrin sebep olduğu ahmaklığı da görüyorum.
Kibri kimden mi aramak istersiniz?
Arkamda hükümet var diyenden mi, bir ıslığımla yığınla adam yığarım diyenden mi, ben PKK örgütünden geliyorum bir talimatımla örgütü ayağa kaldırırım diyenden mi, bir telefonla Emniyeti ve TSK'yı ayağa kaldırım diyenden mi aramak isterseniz?... Sayın, sayın bitmez kendini ekabir gören kibirli mahlukatlar...
Hatta herhangi bir devlet bakanlığında görev yapan çaycı amca dahi gerektiğinde size havasını basabilir, büyük dağları ben yarattım, küçük dağları tanımam dese de hiç şaşırmayın derim.
Bu da bana bir gün parkta otururken bir hanım teyzenin “kuzum bu insanlara neler oluyor?” dediği gibi gerçekten bende bu topluma ve bu toplumun insanına neler oluyor diye anlamaktan zorlanıyorum.
Bu aralar uzun süredir sıraya koyduğum ama okuyamadığım kitapları okumaya başladım. En son okuduğum roman Ahmet Altan'ın yazdığı “Son Oyun” adlı roman oldu. Doğruyu söylemek gerekirse şoka uğradım ve hiç beklemediğim bir roman oldu. Ahmet Altan'ı neredeyse çocukluğumdan beri okuyor, takip ediyor ve kalemine büyük bir hayranlık duyuyorum.
Hiçbir zaman onun Ateistliğiyle de hiç mi hiç ilgilenmedim. Siyasal düşüncesi, inancı ve hayata bakışı ne olursa olsun her güçlü kalemi okur, anlamaya ve daima düşünce hürriyetine saygılı olmaya çalışırım. Altan HBB'de Neşe Düzel'le program yaparken, Yeni Yüzyıl, Yeni Bin Yıl ve Tarafta Gazetesinde yazarken de hep takip ettim. Romanlarını büyük bir iştahla okudum ve onun o müthiş cümle kurma ve kelime oyunu yapma ustalığına da hep hayranlık duydum.
Hayatımda bir çok Ateist yazarı okudum ve çoğu Ateistin en sonunda yaratan bir güce inandığını da gördüm. Kendi içlerinde yaşadığı çelişkileri, varoluşu sorgulamaları, evrim teorileri vs gibi konularda hep kafa karışıklığı yaşadıklarını da gördüm.
Ama Altan'ın Son Oyunu okuduğumda sanki bu dünyaya bir veda niteliği taşıdığı ve sanki herkesle vedalaştığı hissine de kapıldım.
Altan bütün kainatı ve evreni bir Roman'a benzetmekte ve Romanın kurgusunun iyi yazılmamasından şikayet etmektedir.
Tıpkı PKK Lideri Öcalan gibi kendini de bir Roman Tanrısı gibi gören, Romanlarında insanların kaderini yazan, bozan, değiştiren ve Tanrı gibi roman yazdığını iddia eden Ahmet Altan kendisinin yazdığı romanın Tanrı'nın romanında daha adil, gerçekçi ve hoşgörülü olduğunu da iddia etmeye çalışır.
“Tanrı yeryüzünde milyarlarca insanı öldürürken katil olmuyor da ben bir insan öldürdüğüm zaman niye katil oluyorum?” Diye Allah'ın adalet ölçüsünü yargılayan, Cüz-i ve Külli iradeyi görmezlikten gelen “Eğer ben Tanrı suretinden yaratılmış isem o zaman Tanrı'nın da bir yüzü katildir.” diye iddia da bulunan Altan, kimi sayfalarda da Allah'a da sitem ederek inanç ve inançsızlık arasında bocaladığını da göstermektedir.
Roman yazarın ruhunun yansıması olduğunu belirtirken aslında kendi ruhunun da yansımalarını biz okuyucularına yansıtan Altan, Türk toplumunun yaşadığı ahlaki çöküntüyü ve bu çöküntüye sebep olan teknoloji ürünü olan sanal hayattan yani internetten de söz ediyor. -Ki bu tespite katılmamak mümkün değildir.
Özellikle facebook ve twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde daha çocuk yaştaki erkek ve kızların yaşadığı ahlaki çöküntü ve beraberinde yaşanan yozlaşmayı da görmek mümkündür. Yine facebook ve twitter üzerinden tanışan çiftlerin evlenmeleri ve bir ay sonra boşanmalarını da görmek mümkündür. Ancak bu doğru tespitlerle birlikte içinde onlarca yanlış tespitin de biz okuyuculara doğru gibi yutturulmasını da kabullenmek mümkün değildir.
Yaşı 60'ı geçen, her türlü egosunu tatmin eden, milyonlarca insan tarafından tanınan, sevilen ve özellikle Taraftaki haberlerinden ötürü Türkiye Cumhuriyeti tarihine adeta damga vuran Altan'ın son “Son Oyun” romanın hamuru kibirle yoğrulmuş ve bana göre kurgusu da çok da iyi yapılmamıştır.
Özellikle romanın son bölümü bana hiç mi hiç mantıklı gelmedi. Sadece Altan'a şunu söylemek istiyorum. Son oyununu kötü oynadın be usta!