Son dakikalar diyarı…

Amerika’dan kısa süreliğine Türkiye’ye tatile gelen arkadaşımla geldiğinin ertesi günü görüştük. Çok özlemişti her şeyi, ailesini, arkadaşlarını, Türk yemeklerini, İstanbul boğazını ve daha birçok şeyi…

Eş durumundan yıllardır Amerika’da yaşıyordu, oraya artık çok alışmıştı alışmasına da “burası gibi yok” diyordu; bu insan sıcaklığı, şefkat, sevgiyle yumaklanmış hissi veren güvenli ortamları hangi ülkede bulabilirdi ki başka…

O geldiğinde Türkiye’nin gündem maddeleri de çok yoğundu: Seçimler yeni bitmiş ve her şey sakinleşecek diye beklenirken bir “son dakika” ünlemiyle yemin krizi çıkmıştı, ana haberler, tartışma programları yemin edilir mi edilmez mi, seçilen ama oy kullanmayan milletvekilleri ya da seçilen ama Diyarbakır’da toplantı yapan diğer milletvekili grubu ne yapacak sorularına cevap arıyordu. 

Arkadaşım da bu hararetli tartışmaları merakla izliyordu…

O bu heyecanlı gündemi takip ederken ekranlara bir “son dakika” yazısı düştü. “Türkiye futbolunun üç büyük takımından biri olan Fenerbahçe’nin yöneticileri gözatına alındı, meğerse futbolcusu, menajeri, yöneticisi  ve birtakım aracılar sekiz aydır takip ediliyormuş, telefonları dinlenmiş ve bazı konuşmalar teknik takibe takılıyormuş. Oldukça kalabalık olan gözaltı listesi Beşiktaş’a da sıçradı, bu arada işin içinde başka takımların da olduğu belirtiliyor ama “gizlilik” kaydı nedeniyle daha fazla bilgi açıklanmıyordu.  Kimisi “bu durum sadece  hukuki değil siyasi” derken kimi de “yaşasın  futbolda temiz eller operasyonu başladı” şeklinde yaklaşım sergiliyordu. Arkadaşım da aileden bir Fenerbahçe taraftarı olarak tüm tartışmaları ilgiyle izliyordu.

Temmuzun ortasında kavurucu sıcaklar geldiğinde yine bir “son dakika” geldi. Herkesin yüreğini dağlayan bir haberdi, 13 asker şehit olmuştu. Konuya kimsenin söyleyecek uzun cümleleri yoktu, sadece “yeter” deniyordu, “bitsin bu ağlayan annelerin feryadı…” Ama bitmedi sonrasında yine 3 askerin daha hayatını kaybettiği açıklandı.

Arkadaşımla tatilinin dördüncü haftasında tekrar görüştük. İlk günkü coşkusu kaybolmuştu, depresif bir ifade vardı yüzünde “yoruldum” dedi. “Burada hayat çok hızlı ve çok stresli, nasıl dayanıyorsunuz buradaki strese. Krizler hiç bitmiyor. Televizyonu, radyoyu açmayayım da dinlemeyeyim diyorum ama dayanamıyorum. En iyisi ben tatili erken kesip gideyim.”

Arkadaşıma diyemedim “Her zaman böyle değildir şimdi üst üste geldi senin şansına…” Ya da dersem kendim de inanmadığım bir şeyi söyleyecektim.  Bu arada iyi ki daha kadına yönelik şiddetin ne kadar arttığını aile içi cinayetlerin sayısını daha okumamıştı. Sonuçta onu iki gün önce yolcu ettik. Sonrasında attığı e-postada “Evden dışarı çıkmıyorum kafamı dinlemek için” diye yazmış.

Sonuçta önümüzdeki günlerde ya bu gündem maddeleri  “yeni bir temiz toplum”un inşasına yarayacak ya da diğer krizler gibi tarihteki yerini alacak. Umarız birincisi olur ve “temiz eller” operasyonu toplumun her kesimini rahatlatır ve “son dakika”ları da daha az görürüz…