Siyasi demeç vermek Org. Özel’e mubah mı?

GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Necdet Özel, “Kürtçe eğitimi uygun görmüyorum” diye bir demeç verdi.

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da bu demeç nedeniyle Orgeneral Özel’e ağır sözlerle yüklendi: “Senin rütben orgeneral de olsa bizim nazarımızda onbaşısın”.

Bakıyoruz iktidara ve iktidar destekçisi kesimlere...
Selahattin Demirtaş’a yükleniyorlar.
“Ordumuza laf söyletmeyiz” cümleleri havalarda uçuşuyor.
Sadece iki örnek vermekle yetineceğim:
BİR: Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar: “Ordu bizim gözbebeğimizdir, ordumuza laf söylenmesini katiyen kabul etmeyiz”.
İKİ: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız: “PKK’ya terörist diyemeyenler Genelkurmay Başkanımıza onbaşı demeye başladı. Bunu kabul edemeyiz”.

İktidar ve iktidar yetkilileri, Genelkurmay Başkanı’nı “onbaşı” falan diye aşağılayan bir siyasetçiye yanıt verebilirler.
Buna bir şey demem.
Ancak...
Aynı iktidar ve iktidar yetkililerinin Genelkurmay Başkanı’nın bir siyasetçi gibi “Kürtçe eğitimi uygun görmüyorum” diye demeç vermesi konusunda da iki çift laf etmeleri gerekir.
Eğer...
Selahattin Demirtaş’a “Genelkurmay Başkanı’nı aşağılama... Üslubuna dikkat et” deniliyorsa...
Genelkurmay Başkanı’na da “Siyasetle ilgili konulara girme! Sen bu işlere karışma Paşa” denmeli.
Çünkü...
“Kürtçe eğitim” konusu, askerin değil siyasetçinin konusudur.
Uygun görüp görmeme makamı ordu makamı değil, siyaset makamıdır.

AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’le konuştum:
Kendini sonuna kadar haklı görüyor.
“Çıksın karşıma” diyor.
“Palyaço” benzetmesi yapıyor.
“Yüreği yetiyor idiyse Adıyaman’dan aday olsaydı” diyor.
Silahlı güçlere sırtı dayamaktan söz ediyor.

BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile konuştum:
“Tartışmaya varım ama önce özür dileyecek” diyor.
“Yozgat’tan bağımsız aday olalım, ondan üç katı oy alırım” diyerek daha da üst perdeden meydan okuyor.
Alaycılık tonu hayli yüksek bir havada saydırıyor da saydırıyor.
Belli bir belagat içinde “Allah ne verdiyse...” diye laf çakıyor.
“Güçsüz güçlüye meydan okur” diyerek Metiner’in meydan okumasını dikkate almıyor.

İki tarafı da dinledim.
İki tarafın da ruh halini anladım.
İki tarafın da öfkesini ve küçümsemesini gördüm.
İki tarafın da gerilimine tanık oldum.
Sonuç?
Sonuç şudur:
Mehmet Metiner ile Sırrı Süreyya Önder’in tartışmaları imkânsız.
Bırakın tartışmayı, bir stüdyoda yan yana bile gelemezler.
Geldikleri anda olay çıkar.

“Ama reyting... Ama reyting...” dediğinizi işitir gibiyim.
“Reyting” falan tamam da daha üçüncü dakikasında “sözün bittiği yer”e gelmesi garanti bir televizyon programını ne yapayım ben?
“Meclis İdare Amiri” Salim Uslu gibi iriyarı bir adam olsam, “ikisini de zapt ederim” falan diye bütün riskleri göze alabilirim.
Ama değilim ne yazık ki...
Araya girmeye kalkıştığım anda yumrukların çoğunun benim zavallı suratımda patlayacağından adım gibi eminim...
Ayrıca “reyting patlaması” falan da hikâye...
Bir aydır reytingin ölçümü yapılmıyor ki patlaması olsun.
Kısacası “kalsın” diyorum ve meydandan koşar adımlarla uzaklaşıyorum.

GENELKURMAY başkanlarının Yüce Divan’da yargılanması diye bir durum söz konusu değildi.
12 Eylül Referandumu’nda yapılan değişiklikle bu mümkün oldu. Yani genelkurmay başkanlarının, görevleri çerçevesinde Yüce Divan’da yargılanması hükmünü getiren bu hükümettir.
Genelkurmay başkanlarının cumhurbaşkanları gibi, başbakanlar gibi, bakanlar gibi Yüce Divan’da yargılanmalarına karşı çıkmak ayrı bir şey, getirilen düzenlemenin gereğinin yapılmasını talep etmek ayrı bir şeydir.

Sonuçta olan şudur:
Hükümet hem genelkurmay başkanlarının Yüce Divan’da yargılanması gerektiğini anayasal hükme bağlıyor.
Hem de...
Bu anayasal hükmün çiğnenmesine göz yumuyor.

RESSAM Karolin Fişekçi’nin Orhan Pamuk’a duyduğu aşkı, bir popçunun yeni sevgilisine duyduğu aşkı anlatır gibi anlatmasına hepimiz hayret ediyoruz ya...
İşte bu hayret durumundan yola çıkan bir arkadaşım, bir “komplo teorisi”nden söz etti.
Diyor ki:
“Karolin Fişekçi medyayı yemliyor. En sonunda ‘bu yaptıklarım sanatımın bir parçasıydı’ diyebilir ve hepinizi ters köşeye yatırabilir”.
Düşündüm.
“Olabilir” dedim.
Çünkü ancak böyle bir çıkış, durumu kurtarır.
Başka türlüsü kurtarmaz.

DÜN gece seyrettim “Sarhoş Atlar Zamanı” adlı filmi...
Şu kadarını söyleyeyim:
Bu bir film değil... Yalın gerçek... Ben hayatımda bu denli etkileyici çok az film seyrettim.
Bu filmi adını hep duyduğum halde bir türlü seyretmediğim için, bu kadar geç seyrettiğim için kendimi hiç affetmeyeceğim.

“Kaçakçı” deyip geçenler.
“Amma para kırıyorlardır ha” deyip vicdan rahatlaması yapanlar...
Katırlara içirilen alkolden falan söz edenler...
“Onlar da yasadışı iş yapmasalarmış efendim” diyenler...
Lütfen “Sarhoş Atlar Zamanı” adlı filmi seyredin, sonra konuşalım.

ZAMAN Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı şöyle yazmış:
“Hakan Şükür söz konusu olduğunda birilerinin şakulü kayıveriyor. Nefretle bahsettikleri şey aslında eski bir futbolcu değil, onun duygu dünyası”.
Bu iki cümlenin tercümesini şöyle yapabiliriz:
“Hakan Şükür’e vuruyorlar çünkü Hakan Şükür inceden Cemaat’e yakındır”.

Niyet sorgulaması yapmam.
Bu nedenle kimler Hakan Şükür’e “duygu dünyası” nedeniyle ekstradan saldırıyorlar, kimler bunu dikkate almıyor, bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var:
Saldırılarda bulunurken “duygu dünyası”nı göz önünde bulundurmak ne denli yakışıksız ise savunmada bulunurken de aynı dünyayı göz önünde bulundurmak o denli sağlıksız.
Galiba en iyisi şu:
Eleştirirken de, korurken de...
Kişilerin duygu dünyalarını bir tarafa bırakmak...

NE kadar sık duymuştum.
“Levent’te Nusr’et diye bir yer var. Eti bir acayip... Mutlaka gitmelisin... Anlatılmaz yaşanır” cümlelerini...
Gitmek bir türlü nasip olmadı.
Sonra Ayşe Arman’ın röportajı geldi.
Nusr’et’i tanıdım. Özelliklerini bildim.
Sonuç?
Asla gitmem oraya...
Şu üç nedenden dolayı:
BİR: Sırf güzel bir et yiyeceğim diye beş altı saat sırada beklemem.
İKİ: Sırf güzel bir et yiyeceğim diye sıkışık bir mekânda çile dolduramam.
ÜÇ: Bu denli et güzellemesi yapılıp ete kutsallık izafe edilmesi iştahımı kapatır.