Kısır siyasi polemiklere girmiyorum… Siyasetten uzak, siyasi görüşlerden bağımsız bir sosyal hayat yaşamaya çalışıyorum kendimce…
Yaşadıklarım ve öğrendiklerim bana şunu gösterdi:
- Siyasetin mutlak doğrusu yoktur. Konjonktüreldir… Dün yanlış olan bugün doğru, bugün doğru olan yarın yanlış olarak karşımıza çıkabilir…
Ancak siyasete konu edilen bazı olaylar hakkında, doğrusunu bilenler sustukça, art niyetli kişiler bunların içini yalan yanlış bilgilerle doldurabiliyor…
Gerçeği bilenler konuşmadı diye orası boş bırakılmıyor… Halk birilerinin arzu ettiği yöne doğru haksızca sürükleniyor… Tarih gibi, bilim gibi alanlar da bundan ziyadesiyle zarar görüyor…
Kitaplığımı karıştırırken, 1989 yılında devrin Başbakanı Yıldırım Akbulut ile ilgili yazmış olduğum bir makale çıktı karşıma… Makalede bugüne de ışık tutan paragraflar var…
Akbulut, TBMM Başkanlığı yaptığı 1988 yılının 23 Nisan’ında yabancı diplomatlara ve basın mensuplarına şöyle bir demeç vermiş:
- “Ülkeye demokrasiyi tam olarak yerleştirebilmek için, bazen askeri müdahaleler de zaruri olabiliyor. Türkiye böyle bir süreçten geçti!...”
12 Eylül darbesini yapan kadroyu aklamak adına, ihtilal konseyi üyelerinin herkesten daha çok demokrasi aşığı olduğunu vurguluyor açıklamasında. Tam demokrasi uğruna, TBMM’nin kapısına kilit vurulmasında bir sakınca olmadığını da belirtiyor ayrıca!…
Ve bu kişi daha sonra Başbakan yapılıyor!...
Üstat Osman Turan, “Altı kere gittim, yedi kere geldim…” diyen ve askeri müdahalelerden en çok mağdur olan Süleyman Demirel hakkında şunları söylüyor:
- “Ülkedeki emniyet ve nizamın çöküşüne kayıtsız kaldı. Başbakan olduğu halde sokaklardaki olayları sadece seyretti. Seçim sandığının her şeyi halletmesini bekledi. Demokrasinin biraz da anarşi olduğuna ısrarla inandı!...”
Neticede Demirel’in tolerans gösterdiği, Kenan Evren’in de “ihtilalin olgunlaşması için gerekliydi” dediği bu anarşi beş binden fazla insanın ölümüne yol açtı…
Bugün “gezi olaylarını” meşrulaştırmaya çalışan, bu olayların içinden “demokrasi” ve “insan hakları” üretmeye uğraşan zihniyet ile yukarıda örneğini verdiğim zihniyetin birbirine ne kadar benzediği aşikar…
Darbe ile demokrasi, demokrasi ile anarşi arasında doğru orantı kurmak siyasi bir tercih olmamalı artık… Bu tecrübeleri tekrar tekrar yaşamanın kime ne yararı olacak?
Şiddet, terör, anarşi ve vandallık yüzünden çektiğimiz acılar yetmedi mi? Uğradığımız maddi kayıplar hiç önemli değil mi?
Siyaset her konunun, her alanın içine girmemeli… Her olayı, her kurumu, her aracı kullanmamalı…
İnsanlara siyasetin dışında da nefes alabilecekleri bir alan bırakmalı…
Günahlarıyla sevaplarıyla bu milletin iki büyük değeri olan, Atatürk ve Abdülhamit üzerinden siyasi ayrışmaya gitmek, kemikleri toprak olmuş bu insanları yargılamak bize ne kazandıracak?
Bu tartışmaların sonunda yekpare bir millet olabilecek miyiz? İnanıyor musunuz?
Atatürk çok partili siyasi hayata geçebilmek, mecliste güçlü bir iktidar ve güçlü bir muhalefet oluşturabilmek için çok uğraştı… CHP dışında farklı siyasi partiler kurdurttu… Tek partili bir cumhuriyet fikrini asla savunmadı… Kendini partilerin dışında tarafsız bir konuma soktu…
Siyasi gücünü paylaşmak istemeyen otoriteler Atatürk’e direndi… Onun emriyle kurulan diğer siyasi partileri tabiri caizse prematüre bıraktılar…
Serbest Fırka döneminin Meclis Başkanı Kazım Özalp, Viyana’ya gittiğinde Avrupalı bir gazeteci kendisiyle mülakat yapmak ister. Meclis Başkanına Türkiye’de kaç parti olduğunu sorar. “Bizde tek parti vardır” cevabını alır…
Gazeteci hayret eder: “Hükümet işleri sadece bir fırka ile nasıl kontrol edilebilir, parlamento nasıl denetlenebilir” deyince Özalp, bizdeki sistemi izah ederek, “Ülkede çok partinin varlığından kopup gelen sakıncaların tesirini önledik” der.
Demeci yayınlayan gazeteci haberin altına şu yorumu yazar:
- “Şu budalaya bakın. Avrupa’nın ortasında bize demokrasi dersi vermeye gelmiş…”
Demokrasiyi geliştirecek olan yapılar başta çok partili bir Meclis, sonra siyasi parti teşkilatları ve en nihayetinde sivil toplum örgütleridir…
Bunları işlevsiz hale getirerek demokrasiyi güçlendiremezsiniz!... Atatürk bütün mesaisini bu kurumları geliştirmeye harcamıştır…
Bugünkü siyasi çekişmelere konu edilen bir başka isim de II. Abdülhamit…
Sultan II.Abdülhamit devlet ve siyaset anlayışımızdaki eksikliği kendi hatıralarında şöyle özetliyor:
- “Adam yetiştirmek kolay değil. Eskiden ekabir takımı yetenekli gençleri kendi konaklarında yetiştirirlermiş. Onlara manevi pederlik yaparlarmış. Enderun saray içinde devlet adamı yetiştiren en büyük mektep imiş. Biz bunlara yetişemedik…
Bana eğitime neden önem vermediğimi soruyorlar. Haşa… Bugün ne kadar yüksek mektep görüyorsanız hemen hepsini ben yaptırdım. Mevcutları ıslah ettim. Fakat devlet adamı sadece mektepten yetişmez. Önünde müspet ve takdire şayan numuneler olması lazımdır. Ben bu adamların hepsini tanırım. (İttihat ve Terakki üyeleri için söylüyor) Ali Fethi Okyar hükümeti nasıl kuracağını sürgündeki Sultana gelip soruyor!... Bu adamların çoğu mutlakiyet rejiminin nazırı iken, meşrutiyet rejiminin nazırı oldular… Meşrutiyetin ilanı ile bu adamların zihniyeti ve karakteri mi değişti? Ne oldu?
Madem benim idarem kötü imiş, vatan ve millet için felaket imiş, o halde neden benim idaremdeki ali kararlara imza atmışlar? Benim idareme minnettar olup, o makamlarda huzurla oturmuşlar?”
Hem Mutlakiyet, hem Meşrutiyet, hem de Cumhuriyet döneminde bakanlık yapan Serbest Fırka kahramanlarından Ali Fethi Okyar başta olmak üzere, Sultan II.Abdülhamit’in mücadele ettiği şahısları yakından tanımadan nasıl yorum yapılabilir? Okyar’ın Abdülhamit konusundaki pişmanlığını, döktüğü göz yaşını kaç kişi biliyor?
En büyük ihaneti kendi akrabalarından gören Abdülhamit Han, 33 yıllık saltanat döneminde sürekli güvenecek dal arayıp durmuştur… Devletin sırlarını tümüyle emanet edebileceği bir vasi bulamamıştır!... Neredeyse tamamen yalnız kalmış, Devletin tüm yükünü kendi omuzlarında taşımıştır.
Yetenekli, becerikli devlet adamlarını muhalefetlerine ve bazı ihanetlerine rağmen kabinesinde görevlendirmek zorunda kalmıştır!...
Aldığı tüm önemli kararların altında daha sonra ona muhalefet edecek olanların imzaları da vardır!...
Sultan Hamit, başta onu arkadan vuran aile efradı olmak üzere diğerleri gibi, bir takım tavizler verip gününü gün edemez miydi? Bu konuda onu engelleyen ne vardı?
İnsanlar gibi değildir tarih… Unutmaz ve kesinlikle affetmez… Siz kendiliğinizden gereken dersi almaz iseniz, tarih size o dersi mutlaka bir gün verecektir!...
Umarım o ders, bize pahalıya mal olmaz!...