Sivil darbe girişimi

‘Sivil darbe’den dem vuranların kastettikleri bu değildi ama alın size ‘sivil darbe girişimi’.

Önce olanın adını doğru koyalım: Bu, esas olarak, Başbakan Tayyip Erdoğan’a yönelik bir ‘yargı darbesi’ girişimidir.

Benzerlerini daha önce de gördük. Anayasa Mahkemesi’nin 2007’de Cumhurbaşkanlığı krizi sırasındaki o ünlü ‘367 kararı’ da öyleydi, 2008 yılında yarım yıl önceki genel seçimden yüzde 47 oy almış iktidar partisi için Anayasa Mahkemesi’nde açılmış olan ‘kapatma davası’ da öyleydi.

Bu. bir “sivil darbe girişimi”dir. Tıpkı, Ergenekon davasının konusu olan “askeri darbe girişimleri” gibi siyasal iktidarı hedef almıştır.

‘Sivil darbe’den dem vuranların kastettikleri bu değildi ama alın size ‘sivil darbe girişimi’. O, bu işte.

‘Darbe girişimi’nin devam ettiğini dünkü dramatik gelişmeden anlıyoruz; 4 MİT yetkilisi hakkında ‘yakalama’ kararı çıkartılmasından. Bir önceki gün, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, ‘özel yetkili savcı’ya ifade vermesi için beklendiği sırada, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ardından Başbakan Tayyip Erdoğan ile uzun uzun görüşmüştü.

Bu, devletin en üst kademesinin, siyasi iktidarın devletin gizli istihbarat kuruluşu yetkililerini ‘yargıya teslim etmeyecekleri’ne dair bir ‘irade beyanı’ydı.

Ortada bir ‘devlet krizi’ olduğu besbelli iken, ‘hamle’ dün geldi: Hakan Fidan’ın ifadesinin alınması için Ankara Savcılığı’na yazı yazılması ve 4 MİT yetkilisinin yakalanması. Bu yazı yazıldığı sırada, o 4 kişinin evlerinde arama yapılıyordu. Televizyon ekranlarına polisin, İstanbul MİT Bölge Başkanlığı’na geldiği haberi yerleşmişti.

İktidar mücadelesinin tarafları

Ortada bir ‘iktidar mücadelesi’ olduğu besbelli de bunu ‘Cemaat-Ak Parti çatışması’ diyerek toptancı ve yanıltıcı bir yaklaşımla ele almak mümkün değil. Birkaç halkanın iç içe girdiği, birbirinin içine geçtiği karmaşık bir durum söz konusu. Bununla birlikte, bu krizin ‘esas halkası’nı gözden kaçırmamak gerekiyor.

Nedir o?

Şu: ‘Özel yetkili’ yargı mensupları aracılığıyla ‘yargı’nın bu son ‘kriz’de aldığı rolün doğru teşhisi geleneksel ‘bürokratik devletçi yapı’nın siyasal iktidara başkaldırısı ve meydan okumasıdır. CHP’nin nadiren söylediği bir doğru var: Bu ‘celp’ Başbakan’a çıkartılmıştır.

Bildik ‘devlet içi iktidar mücadelesi’, Kürt sorunu ve PKK üzerinden hareket ediyor. PKK’nın konuyla ilgisi, söz konusu ‘iktidar mücadelesi’nde ‘yargı darbesi’ düzenleyenlere ve o zihniyete ‘meşruiyet’ oluşturması ve üretmesinden ibarettir.

“Nedir Hakan Fidan’ın ve diğerlerinin çağrılmasının nedeni? PKK’yla görüşmek. Neden bu görüşme yapıldı? PKK sorununu aşmak için. Şimdi bu konuda bir soruşturma açılıyorsa, böyle bir girişimin söz konusu sorunu ortadan kaldırmak için atılan adımları baltalamaktan başka bir anlamı olamaz. Nasıl olsun? Hükümet o iradenin asıl sahibiyse ve Fidan o irade doğrultusunda bu girişimlerde bulunmuşsa ve sorgulanıyorsa bu hükümet yaklaşımının, siyasi kararın yargıya tabi tutulması anlamını taşımaz mı? Bundan sonra yani hükümet her attığı adımda yargıdan, izin, onay ve tasdik mi almalıdır?” (Hasan Bülent Kahraman, Fidan Değil Başbakan, Sabah)

Cevat Öneş’in değerlendirmesi ise şöyle:

“Bu olay bir savcının veya dosyayı hazırlayan emniyetse, emniyetin siyasi iktidarın siyasi tercihine müdahalesidir. Çünkü Oslo süreci siyasi bir karar ile başlamıştır. Hatta Hakan Fidan, MİT mensubu olmadığı halde bu görüşmelere katılmıştır. Bu, tamamen siyasi bir karardır. Siyaset için önemli bir risktir ama bunu bir savcı sorgulayamaz. Sorguladığı takdirde görevini kötüye kullanmış olur.”

Güvenlikçi politikaya sapmanın sonuçları

MİT üzerinden ve ‘Oslo görüşmesi’ gerekçesine dayanarak bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hedef alan bu ‘yargı darbesi’ne giden yolu, ne yazık ki, Başbakan’ın Ak Parti iktidarının kendisi döşemiştir. Özellikle, Kürt sorunu konusunda ‘güvenlikçi politikaları’ yeniden öne çıkararak.

Güvenlikçi politikalara öncelik verir ve bunun yanlışlığını –geçmiş tecrübelere işaret ederek- belirtenlere öfkeli biçimde ayar vermeye kalkarsanız, güvenlik bürokrasisi ile yargı parantezi içine giriverirsiniz. O alana hükmetmediğiniz, başınıza bugüne dek sarılmak istenen belaların oradan geldiği belli oldu.

Hükümete yakın ve ‘iyi Ankara kaynakları’na sahip olmasıyla dikkat çeken Yeni Şafak gazetesinin Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin dünkü şu satırları çok ilginç:

“1 Eylül 2011 tarihinde Türkiye, Silvan ve Çukurca’nın etkisi, alternatif cuma, sivil itaatsizlik gibi eylemlerin verdiği rahatsızlıkla güvenlikçi politikaları öne almış, açılımcı yaklaşımını dinlenmeye çekmişti.

Mayıs ayında bir ara değerlendirme yapılıp, psikolojik ve alan hâkimiyetinin devlette olduğu kanaati oluşursa, diyalog süreci yeniden başlatılacak. (Bu yepyeni ve çok önemli bir bilgi cç). Öcalan bu konuda muhatap olarak Hakan Fidan’ı adres göstermiş. Bu operasyonla yeni süreç engellenmek istendi. Hakan Fidan olayı bir dönüm noktası oldu. Ve dünden (önceki günden) itibaren Ankara’da çarklar farklı dönmeye başladı. Başbakan, ‘Operasyoncular’ ve ‘Diyalogcular’ şeklinde alttan alta devam eden mücadeleye el koydu.

İlk aşamada MİT yöneticilerinin ifadeye gitmesi önlendi. Yeni yasal düzenleme ise pazartesi günü yapılacak olan bakanlar kurulu toplantısında ele alınacak.”

Tabii, bu bilgi aktarılırken ‘yargı darbesi’nin dünkü hamlesi gerçekleşmemişti. MİT yetkililerine yakalama emri çıkartılması üzerine, hükümet pazartesi yapacağı ‘karşı hamle’yi öne aldı ve CMK ve MİT yasalarında değişiklik için yasa önerisinin TBMM’ye sevk edilmesine karar verdi.

‘İkinci Uludere faciası’

Bu karşılıklı satranç hamleleri iktidar savaşının galibini belirlemek bakımından yeterli olacak mı? Göreceğiz. Ama öncelikle, hükümetin ‘siyasetsizlik’ halinden çıkması şart.

Ali Bayramoğlu, “‘Siyasetsizlik’ halini hafife almamak gerekir. Nitekim, son bir yıl içinde, açıktır ki, Kürt sorununda, siyaset hızla, sürdürülebilir olduğuna inanılan bir güvenlik stratejisi tarafından ikame edilmiştir. Yine açıktır ki, Ergenekon, Balyoz gibi davalar üzerinden götürülen değişim süreci, eski aktörlerin önemli ölçüde tasfiye olmuş olmasına rağmen, özellikle 2010’dan itibaren adli süreçlerle daimi kılınmaya çalışılan bir güvenlik politikasına teslim olmuş ve polis-yargı cihazına teslim olmuştur” değerlendirmesini yapıyor.

Son gelişmeleri ‘İkinci Uludere faciası’ olarak niteleyen Cevat Öneş’e dönelim: “Hükümet diyalog yoluyla çözüme ağırlık verdiği konsepti bir kenara bırakıp yerine güvenlik tedbirleri ağırlıklı bir konsepte geçiş yapmıştı. Sonucu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yapılanın yanlış olduğu görülmüştür ve yanlıştan dönülecektir.”

İnşallah, öyle olur diyelim...

(Radikal)