Yine Silivri Cezaevi’ne gittim.
Ama bu kez gayriresmi bir şekilde...
İki amacım var:
Tutuklu gazeteci Soner Yalçın’ı ziyaret etmek ve Ergenekon duruşmasını izlemek...
Soner’le bir saatlik bir görüşme yaptım. Hem de açık görüş...
Ergenekon duruşmasının bir kısmını izledim. Hem sanıkları gördüm, hem de sanık yakınlarını...
Edindiğim tüm izlenimleri aktarıyorum...
- VELİ KÜÇÜK: Paravana dayanmış oturuyordu. Göz göze gelmedik. Sadece bulunduğum tarafa bir bakış fırlattı... Hakkında ne düşündüğümü biliyor olmalı... Beyaz gömlekli, koyu ceketli ve şık kravatlıydı. İhtişamlı günlerinden kalma bir ihtişamla oturuyordu mahkeme salonunda.
- ALPARSLAN ARSLAN: Şıp diye tanıdım Danıştay katilini... Kirli sakallıydı, Zayıflamıştı. Duruşma salonunda en arkada oturuyordu. Sağında bir jandarma, solunda bir jandarma... Arkasında da bir jandarma... Resmen abluka altına alınmıştı... Çok geçmeden ablukanın nedeni anlaşıldı: Bazen gülüyor, bazen kahkahalar atıyordu. Bazen kafasını en öne eğiyor, bazen kafasını en arkaya atıyordu. Delirmiş miydi? Yoksa deli numarası mı yapıyordu? Anlayamadım.
- HIFZI ÇUBUKLU: Önce tanıyamadım kendisini... Duruşma sonunda bana doğru yöneldi. Aradaki paravanın önünde durdu ve kendisini tanıttı: “Ben Hıfzı Çubuklu... Genelkurmay Adli Müşaviri”. Evet, hatırladım. O gürültü içinde söylediklerini tam olarak anlayamadım. “İnternet Andıcı” ile ilgili bilgiler vermek istiyordu bana... Sonunda “yazılı bir metin göndereyim, lütfen bir bakın” dedi kibar bir şekilde. Metanetliydi.
- TUNCAY ÖZKAN: Uzaktan selamlaştık. Eliyle selam gönderdi bana... Ben de karşılık verdim. Gülümsedik. “Tecrit” nedeniyle çöktüğünü duymuştum. Gayet iyiydi. Yakınlarından öğrendim: Artık tek kişi kalmıyormuş bölümünde, Odatv davasından Barış Terkoğlu konmuş yanına... Tuncay Özkan’ın yakınları “Barış Terkoğlu müthiş biri... Tuncay Özkan’ın şansı oldu” dediler. Duruşma sonunda paravan arkasından el sıkıştık Tuncay’la...
- DURSUN ÇİÇEK: Birkaç fotoğraf karesi var Dursun Çiçek’le ilgili... Biri minibüs içinde gösteriyor kendisini, diğeri vesikalık... Fakat bu iki fotoğraf gazetelerde o kadar çok yayınlandı ki hemen tanıdım Dursun Çiçek’i... Duruşma sonunda onunla da kısa bir görüşme yaptım. Meydan okudu... Meydan okuduğunun bilinmesini istedi. “Bu işler bitince görüşelim” dedi. Ben de “tamam” dedim.
- MUSTAFA BALBAY: Heyecanlıydı... Duruşma salonunda en iyi konuşmayı o yaptı. Gazeteciliğin üç temel marifetini sergiledi: Kısa, anlaşılır ve çarpıcı konuştu. Duruşma sonunda ise gayet pratikti: Yakınlarıyla kitap alışverişi yaptı, herkesin halini hatırını sordu, benimle el sıkıştı...
- SEVGİ ERENEROL: Hrant’ın katledilişinin ardından Kemal Kerinçsiz ile birlikte çıktıkları televizyon programında Hrant’ı suçluyorlardı. “Cinayet kötü ama Hrant Dink Türklüğe hakaret etmiştir” diyorlardı. Canlı telefon bağlantısıyla programa katılmış, kendilerine itiraz etmiştim. Ateşli bir tartışma yapmıştık. Bunları anımsadım. Duruşma salonunda uzaktan gördüm kendisini... Durgunlaşmıştı. Çekingen bir hali vardı.
- MUZAFFER TEKİN: Benim için “gizemli” biri Muzaffer Tekin... Duruşma salonunda da “gizemli” biri gibi dolaşıyordu... Sadece bedenen orada gibiydi... Duruşma salonunda paravanların bulunduğu bölüme geldi... Gözlemledim kendisini: Yalnızdı. Çok yalnız görünüyordu.
- HAYRETTİN ERTEKİN: Duruşma sonunda paravana yaklaşıp cezaevinde yaptığı takılardan uzattı bana: Bir kolye, bir küpe, bir nazarlık... Teşekkür ettim. “Sizi tanıyamadım” dedim. “Ben Hayrettin Ertekin” dedi. Cezaevi’ni kendisi için bir takı tasarım atölyesine çevirmiş. Bunun yol açtığı bir enerji vardı üzerinde.
“Samizdat”ı okuyup bitirdiğimde karar vermiştim, “Soner Yalçın’ı mutlaka ziyaret etmeliyim” diye...
Çünkü Soner kitabında yalnızlığı, konuşmaya hasret kalmayı, insan görme arzusunu anlatmıştı.
Tarzı ağlak değildi. Öyle olmadığı için de gayet dokunaklıydı. Etkilenmiştim.
Kararımı uyguladım: Adalet Bakanlığı’na başvurdum, hemen izin verdiler.
Açık görüş yapacaktım.
Tutukluların sadece ayda bir kez bir saatlik açık görüş yapabildikleri bilinirse, “açık görüş”ün mana ve önemi daha iyi anlaşılır.
* * *
Genel kapı: Ziyaretçilerin ilk başvurdukları yer.
Arama ve kontrol. Cep telefonunun teslimi, kıymetli eşyaların bir dolaba konması...
Silivri 1 No’lu Cezaevi’nin kapısı:
Gelişmiş bir teknolojiyle göz kontrolü. Ayakkabıların çıkarılarak elektronik kapıdan geçilmesi... Üst araması falan...
Ve sonunda açık görüş yapılan orta boy kıraathane havasında bir yere geldim.
Soner orada bekliyor.
* * *
Konuştu, konuştu...
İçerideki hayatı anlattı.
Dışarıdaki hayatı sordu ama daha ben konuşmadan yine kendisi konuştu.
Konuşmasını istedim, konuşmaya duyduğu hasreti bir saat içinde de olsa dindirsin istedim.
Anlattı, anlattı...
Yeşile duyduğu hasreti anlattı.
Metindi... Güçlüydü... Espriliydi... Umutluydu...
* * *
Konuşmanın tam ortasında salonun diğer tarafındaki iki infaz koruma memuru bize doğru geldi.
Soner, “Süre bitti mi?” dedi...
İnfaz koruma memurları, biraz mahcup bir şekilde “evet” dediler.
Ayağa kalktık, biraz da ayakta konuştuk, bu sohbete infaz koruma memurları da katıldı, tabii sorunlarını anlatarak.
Söz verdim, “sorunlarınızı yazacağım” dedim.
Ve arkamda bin türlü kapının kapanma sesini bırakarak ayrıldım cezaevinden...
Yer: Silivri Cezaevi’nin yanındaki “Duruşma Salonu”.
Ergenekon duruşması var.
Duruşma salonunda “basın” için ayrılan bölüme geçtim.
O sırada sağıma baktım: Bir muhabir... Soluma bakıyorum: Bir muhabir...
Dikkat! Dikkat!
Koskoca Ergenekon Davası’nı sadece iki muhabir izliyor.
* * *
İlker Başbuğ orada... Dursun Çiçek orada... Veli Küçük orada... Muzaffer Tekin orada... Mustafa Balbay orada... Hıfzı Çubuklu orada... Tuncay Özkan orada... Alparslan Arslan orada... Sevgi Erenerol orada...
Fakat gazeteciler yok.
Haberler yapanlar, iddianameleri sayfalarına taşıyanlar, kitap üstüne kitap yazanlar, suçlamalarda bulunanlar, iddialara destek verenler, iddiaları saçmalık olarak görenler...
Hiçbiri yok.
* * *
Oysa orada resmen dananın kuyruğu kopuyor:
Gizli tanıklar konuşuyor, çapraz sorgular yapılıyor, sanık avukatları yeni belgeler açıklıyor, gerginlikler çıkıyor, yeni savunma stratejileri oluşturuluyor, mahkeme heyetinin çaresiz kaldığı anlar yaşanıyor falan...
Fakat en temel dürtüsü “merak” olan gazetecilik, bu harikulade imkâna sırtını dönmüş durumda.
İddianamelerin üzerine sorgusuz sualsiz atlayan gazeteciler de merak etmiyor olan biteni, sadece avukatların savunmalarına kulak veren gazeteciler de...
Kısacası...
Silivri’de bir cinayet işleniyor: Gazeteciliğin boğazı sıkılıyor, üzerine kurşunlar yağdırılıyor, karnına bıçak sokuluyor.
Ve cinayeti kör bir kayıkçı bile görmüyor.
* * *
Sanık avukatları ve yakınları sadece şunu söylüyorlar:
“Ergenekon duruşmalarından herhangi birini izlemeyen Ergenekon Davası’nı anlayamaz”.
Yani ortada böyle bir meydan okuma da var ve buna rağmen gazeteciler orada yok.
Kadınlar mı acıya daha dayanıklıdır, erkekler mi?
Kadınlar mı daha merhametlidir, erkekler mi?
Şöyle bakıyorum tutuklu yakınlarına: Çoğu kadın... Erkekler tek tük...
Kadınlar inatçı, kadınlar düşünceli, kadınlar vefakâr, kadınlar şaşırtıcı derecede mütevekkil...
Duruşma salonunda üç baba ve üç avukat kız çarpıyor gözüme:
* * *
- İREM ÇİÇEK: Dursun Çiçek’in kızı... Genç yaşta avukat oldu, babasının davasını üstlendi. İrem Çiçek, babasının davasının kitabını da yazmış, onu uzattı bana... Duruşma salonunda babasına moral vermekle meşgul... Kendisini buna adamış.
- ZEYNEP KÜÇÜK: Veli Küçük’ün kızı... Bir ara dikkat ettim: Duruşma salonunda babasının alnını siliyordu. O da genç bir avukat... O da kendisini tamamen babasının davasına adamış durumda...
- NAZLI ÇUBUKLU: Hıfzı Çubuklu’nun kızı... O da çok genç bir avukat.. “Benim talihim cezacı olmam” diyor. Ceza davalarında uzmanmış. Ofisi Ankara’daymış... O da babasını savunuyor.
(Hürriyet)