“Artık müzakere falan yok, onları çok kötü ezeceğiz” türü açıklamalarla, 30 yılın bayat türküsünü söylemek yerine müzakere yolu her zamankinden daha fazla açık tutulmalı.
“Metropolleri patlayıcılarla doldurduğu” iddia edilen PKK’ya, en başta demokrat kimliğiyle bilinen isimler isyan etmeli. PKK hiç değilse bu alanda psikolojik destekten yoksun kalmalı.
“PKK laftan anlamıyor, ona tarihin en büyük cezasını verilecek” türü havalı ve gaz almaya yönelik sözlerden vazgeçilmeli... Bırakın tarihin en büyük cezasını vermeyi PKK tamamen yok edilse bile sorunun çözümlenmiş olmayacağı gerçeği akıllardan çıkarılmamalı.
“Uluslararası Kriz Grubu”nun hazırladığı “Türkiye: PKK isyanını sona erdirmek” adlı raporda hem Türklerle, hem de Kürtlere yönelik tavsiyeler dikkate alınmalı.
“PAÇOZ” tabirini “sokak ağzı” bulduğu için kullanmayacağını söyleyen, ancak “hödük” tabirini kullanmaktan çekinmeyen İlber Ortaylı Hoca’ya sormuştum:
“Hödük, bir saray
kelamı mıdır?”.
İlber Hoca’dan yanıt geldi:
“Evet, ‘hödük’ bir saray kelamıdır. Bir eski İstanbul tabiridir. Eski İstanbullular, Rumeli’den gelen uyumsuzlara ‘çıtak’, Anadolu’dan gelen uyumsuzlara ise ‘hödük’ derlerdi”.
Ardından da devam etti:
“Dünyanın bütün metropolleri göç alır. Fakat metropoller, dışarıdan gelenleri kendi kimliğinin içinde eritir, adam eder. Mesela Viyana... Çok göç almıştır ama kimliği, kişiliği bozulmamıştır. Bizde ise maalesef böyle olmadı. Uyumsuzluk haddinden fazla... Asıl mesele de bu”.
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül Almanya’da.
Bir üniversitede konferans verecekmiş, Alman yetkililer “Bomba ihbarı var” diye konferansı iptal etmeye kalkmışlar. Bunun üzerine Gül de “Bu konferans verilecektir” tavrı koymuş. Sonunda da konferansı vermiş.
Öyle çok da büyütülecek, abartılacak, günlerce dillendirecek, “manşet, manşet üstüne yapılacak” bir durum yok yani ortada...
Fakat o da ne!
Abdullah Bey işi ballandırdıkça ballandırıyor, köpürttükçe köpürtüyor.
Kendisinden işitmeye pek de aşina olmadığımız yeni üslup denemeleri yapıyor:
Mesela “Rezaletti” diyor... Mesela “Kafamın tasını attırdılar” diyor... Mesela “Onlara öyle laflar ettim ki o lafları hayatta unutamazlar” diyor.
Nedir bu Allah aşkına?
Yoksa bir “one minute” özentisi mi?
Hafızam bazı konularda zehir gibiyken bazı konularda sıfırın altındadır.
Mesela “Başbakan’ın uçağına en son ne zaman bindin?” diye sorsalar, sadece “Uzun, çok uzun zaman önce” diye yanıt verebilirim.
Peki ya öteki uçak? Yani “Cumhurbaşkanı’nın uçağı”? Ona hiç binmedim.
Daha önce de söylemiştim:
Ben Demirel’in uçağına hiç binmedim. Mesut Yılmaz’ın uçağına da... Çiller’in uçağına da... Ecevit’in uçağına da... Hatta Erbakan’ın bile uçağına hiç davet edilmedim.
Ahmet Necdet Sezer mi dediniz? Ne uçağı! Onun kapısından bile geçemedim.
Başbakan Erdoğan’ın uçağına birkaç kez davet edildim ama bendeki eleştiri dozu hafiften artınca o da bitti.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Böyle mutluyum. Bütün içtenliğimle söylüyorum: Mutluyum.
Neden mi?
Sayayım... Birkaç madde halinde:
BİR: O gezilerin hiçbiri sanıldığı gibi “saltanat gezisi” falan değil. Çok yorucu, çok yıpratıcı geziler onlar... Baksanıza: Bizim Yusuf Ziya Cömert, Başbakan’ın son seferinde kalp krizi geçirdi. (Kendisine buradan gecikmiş bir “geçmiş olsun” dileği iletiyorum).
İKİ: Gittiğin hiçbir ülkeyi doğru dürüst göremezsin. Otel lobilerinden girip toplantı salonlarından çıkarsın... Adın da “amma gezdin”e çıkar.
ÜÇ: Uçakta gazetecilerle ortak konuşmalar yapılır. Dolayısıyla yaratıcılığı pekiştirecek, fark yaratacak bir çaba için pek de uygun bir atmosfer yoktur.
DÖRT: Konforu söz konusu değildir ama tabii ki prestiji vardır uçağa binmenin... O prestij nedeniyle de muhatabına aykırı kaçacak sorular soramazsın. Hele bir de aykırı sorularda ısrar edersen bir daha binememek tehlikesi kesindir. Sonuç? Hiç yoktan adının “hükümetle uyumlu gazeteci”ye çıkma tehlikesi!
REFAH ’ın yükseliş günleri...
Benim de Kanal 7 günlerim.
Bir gün bir haber aldım, “Aydın Menderes Refah’a geçiyor” diye.
O zamana kadar hiçbir temasım olmamıştı Aydın Bey’le...
Refah’a geçmesinin ardından tanıştık.
Sayısız programlar, sayısız sohbetler yaptık kendisiyle.
O dönemin siyasi atmosferinde Aydın Menderes konuştukça, Refah safları muazzam bir moral üstünlük kazanıyordu.
Müktesebatı sağlamdı, meraklı bir entelektüeldi.
“Şeyh Fadlallah”ı da biliyordu, İdris Küçükömer’i de...
Bin türlü acının yoğurduğu bir hayatı yaşamış olmasından kaynaklanan bir karizması vardı.
Sonra o uğursuz trafik kazası geldi: Bir hayatı, bir geleceği, bir beklentiyi darmadağın eden bir olay...
Aydın Menderes’le kazanın ardından da sohbetlerimiz sürdü.
Sonra?
Bir yıldırım düştü.
Ve “taht bir yana şah bir yana” gitti:
Partiler kapandı, anlaşmazlıklar çıktı, “dava” ikiye bölündü, Aydın Bey fazla alıngan oldu, ben biraz vefasızlık yaptım falan.
Uzun zamandan beri bir kez olsun arayıp sormamıştım Aydın Menderes’i...
Geçen gün “Adnan Bey üzerine yazdığım yazılar” vesilesiyle aradı Aydın Menderes.
Kısacık telefon görüşmesinde “vefasızlığımı bana zerre kadar sezdirmeden” müthiş bir zarafetle muhabbetini iletti.
Keşke “Ne vefasız adamsın” deseydi. Kesinlikle daha az utanırdım.
Neyse...
İlk fırsatta gideceğim Aydın Bey’i görmeye...
Gerçekten çok özlemişim sohbetini...
TEŞEKKÜRLER Ayşe! Teşekkürler İpek! Teşekkürler Rahşan! Teşekkürler Melis! Teşekkürler Sevim! Teşekkürler Miraç Zeynep! Teşekkürler Elif!
Fenerbahçe Stadı’nı dolduran kadınların destanını öyle güzel anlattınız ki, siz olmasaydınız o “destan” eksik kalırdı.
Yazdığınız yazılar birer “başyapıt” kıvamındaydı.
Zekice buluşlar, ince alaylar, süper detaylar, hınzırca
göndermeler falan...
Hepsi dört dörtlüktü.
Kadınlık halleriyle ne güzel kafa yapmışsınız.
“En katı erkek dünyası” diye tanımlanan o dünyaya ne güzel iğne batırmışsınız.
Futbol denilen alana, kadınların kadın kalarak girdiğini ne güzel anlatmışsınız.
Elleriniz dert görmesin... Aklınıza fikrinize sağlık...
Bu arada bir teşekkür de Hürriyet’in bazı spor sayfalarına
“Bu sayfaya erkek eli değmemiştir” logosunu koymayı akıl eden arkadaşa ediyorum: Sen de sağ ol, sen de var ol arkadaşım.