Hayatında belediye otobüsüne binmeyen var mıdır… Avrupa’da değil tabiiki… Türkiye’de. Belki de vardır ama mutlaka azdır. Almanların deyimiyle ağzında gümüş kaşıkla doğmuş biri olabilir. Yani zenginlik içinde yüzen ailenin ferdidir belki… İstanbul’dayken metro, metrobüsün yanısıra belediye otobüsüne de biniyorum. Yoğun trafikte yavaş da gitse çoğu zaman hızlı bir ulaşım aracı.
Geçtiğimiz günlerde yine İstanbul’daydık eşimle… Dostlarımız gazeteci Yalçın Bayer, Çorlulu işadamı Mehmet Diktaş ve eşleriyle buluştuk. Beşiktaş’a inecektik Barbaros Bulvarı’ndan… Darphane durağı civarındaydık. Bol güneşli, sıcak bir gündü. Yürüyecektik… En az on bin adım atacaktık… Durağa, Beşiktaş- Mecidiyeköy otobüsü geldi. ‘Hadi otobüs binelim, ben de İstanbul Kart var, sahilde yürürüz’ dedim nedense birden…
Bilen bilir. Belediye otobüsüyle yolculuk enteresandır. ‘Otobüs, tren ya da tramvay kullanımının yaygınlaştığı 19. yüzyıla kadar, insanlar hiçbir zaman, dakikalar hatta saatler boyu tek kelime etmeksizin birbirlerine bakmak zorunda kalmamıştı’ der Alman düşünür Walter Benjamin, ‘Kapitalizmin Yükseliş Çağında Bir Lirik Şair’ kitabının bir yerinde.
Koştuk bindik, kart basıyoruz. Bu sırada dışardan biri soruyor. ‘Ortaköy’den geçer mi’ Şoför benzer soruyu günde on bin kez duymaktan bıkmış kafasını hafif yukarı kaldırıp ‘cık’ diyor. Adam ısrarlı… ‘Kaç numara geçer’ Şoför ‘Beşiktaş’a in oradan binersin’ diyor. Adam inanmıyor. Bu sırada arkadan gelen otobüse doğru seyrediyor umutla…
Kartımda yeterli para varmış. ‘Bakiyeniz yetersiz’ çıkmadı. Bir yolcunun en kötü anıdır bu… Eğer etrafta Kart’ını ödünç veren de çıkmazsa çaresizliğin hüznü okunur gözlerinden. Şoförün ‘Sağlı sollu ilerleyelim’ anonsuyla otobüsün orta kapısına yakın durduk. Ayaktayız. Koltuklar dolu. O hengamede koltuktaki şişman bir teyze yanındaki kızına ‘Kalk amcana yer ver’ dedi ama kimi kastetti anlamadım. Kızı da zaten önce duymazdan geldi, sonra da ‘Amannn, anne’ deyip pencereye döndü…
İlerde dört kişilik bir aile. Anne, baba ve iki çocuk… Her hallerinden maddi durumları pek iyi gözükmüyor. Babanın kemerine takılı kılıfta bir cep telefonu… Arkamda üzerinde ünlü bir markanın çakma tişörtü olan genç kız, telefonla konuşuyor. ‘Bak, orada Nejla varsa kesin gelmem. Yüzünü görmek istemiyorum o akşamdan sonra… Yalan söylemiyorsun dimi’ diyor. Kısık sesli ama sanki herkes duysun dercesine tonlama yapıyordu.
Arkadaki koltukta cam kenarındaki takım elbiseli yaşlı bir adam… Elbisenin kumaşı yıllarca giyilmekten parlıyordu. Elindeki küçük buruşuk sararmış bir dergiyi okuyordu. Yanımızda elindeki kitaplardan üniversite öğrencisi olduğu belli genç bir kız, bir etrafına bir saatine bakıyordu, durmadan… Bir yere yetişmek ister gibiydi. Otobüs bulvarda aşağı doğru ağır ağır ilerliyor fakat ikide bir aniden durmak zorunda kalıyordu. Otobüs bir sonra durağa yanaştı. Şoför ön kapıyı açtı. Birden sesler yükseldi… ‘Orta kapı… Kaptan orta kapı…’ Neyse kapı açıldı. Bağıranlar indi,
Biz de üç durak gidip indik. Kısa bir yolculukta gözlemlediklerinden bazıları böyle… İstanbul’un en uzun otobüs hattı 500T Tuzla-Cevizlibağ’mış… Efsane hatmış… Anadolu yakasındaki Tuzla Şifa Mahallesi’nden yola çıkan 500T otobüsü, eskiden 87, şimdi ise 76 durağa uğrayarak ortalama 150 dakika sonra Avrupa yakasındaki Cevizlibağ’a ulaşıyormuş. Bir dahaki sefere ona binmeyi düşünüyorum… Tarihçi İlber Ortaylı, ‘İstanbul’da yaşayıp da Suriçi’ne gitmeyen İstanbul’u biliyorum demesin’ der… Sanırım İstanbul’da 500T’ye binip baştan sona yolculuk yapmayan da herhalde belediye otobüsüne bindim dememeli…