Rüyanın, kabusun tam ortasında!
Uyumak ikinci bir hayata kapı aralamak, diyor Jung. Freud’un tüm bilimsel temeli bu veri üzerinden açıklanabilir neredeyse. Bilinçaltının açığa çıktığı, belki özgürleştiği zaman dilimi. Kimi zaman orada olup bitenleri, uyku yaşamında gelişen olayları düşününce, bayağı keyifli bir macera filmi izler gibi hissedebilir kişi kendini. Demem o ki, derin bir uyku keyifli bir dinlence olabileceği gibi, artık çöplüğe dönen, bastırılmış bilinçaltının açığa çıkması da sayılır. Belki bir tür temizlenme, arınma gibi…
Uyku süreci olarak söz ettiğim durum, elbet rüyalarla ilgili. Rüya sözcüğünü seven biriyim ben. Şiirli gelir bana. Kişi dilediği biçimde olabilir orada. Belki de değil. Rüyalar, çeşitli imgeler, görüntüler eşliğinde bambaşka bir alemde olmayı sağlayacağı gibi, unutmak istediklerimizin açığa çıktığı, hesaplaşma anları olarak da anlaşılabilir. Karmaşık bir denklem bu…
Hastalık süresi, zamanın durduğu ya da daha ağır aktığı, hatta günlük yaşantının önemli ve değerli saydığı her şeyden sıyrılıp, yeni kavramlar üretilen anlardır, demek yanlış olmaz. Bedenin herhangi bir yerinde sürekli uyarıcı biçimde alarm veren ağrının ve günlük yaşamda kolayca yapılan kimi eylemlerin kesilmesiyle doğan o büyük boşluğun ne demek olduğunu iyi anlamak gerek. Yürüyememek, kana kana bir yudum su içememek, kolunu özgürce kaldıramamak, gözünü açamamak, açsan da görememek, tende ortaya çıkan ve sızıya dönen kaşıntı yapan yaralarla uğraşmak ve benzeri durumlar…
Elbet bu söz ettiklerimin hepsini kaderci biçimde karşılamak olası, ama bana göre değil. Kader bir tür boyun eğiş, ideolojik bir ifade, yenik olma hali. Rastlantısal olarak oluşmuş bir zaman diliminde ve tercihi bize bağlı olmayan insanlar arasında yaşamaya zorunlu olabiliriz. Ama bize ayrılan süreci anlamlı kılmak mümkün. Sadece tüketen ve bunun hazzı içinde esrik hallerde savrulmak ne denli yıpratıcı. Demem o ki, böyle geniş düşünme zamanları, bir başka kurguya ve varlığa dair, belki bilsek de, yeniden ve demlenerek hesaplaşma olanağı veriyor.
Tutsaklık üstüne düşünmek gerek.
SIRTIMIZDAKİ ZİNDAN
Her tür zorunluluk, özgürlüğü sınırladığı için bir mahkumiyettir. Hastalık nedeniyle yaşamdan kopmak, dilediğince konuşamamak, yazamamak, üretememek zihnin bir yanıyla zorla durdurulmasıdır. Kaçınılmaz olarak esaret altında yaşayan insanları düşündüm. Sevdiklerim etrafımda dört dönüp, iyileşmem için çabalarken bile, eğer ben, kendimi yine de kısıtlanmış ve bir yanıyla çaresiz sayıyorsam, her türlü baskının, tecridin, şiddetin uygulandığı hapishanedeki insanların hali nicedir?
Kuşkusuz özgürlükleri elinden alınan insanların durumunu kavramak için, onlarla duygu ve düşünce bağı kurmak adına benzer bir durumu yaşamak gerekmiyor. Ama ameliyata girmeden bir gün önce Tekirdağ F Tipi cezaevinden mektup alınca insan ve ameliyata girmeden önce onu okumuşsa, düşleri de, acıları da, kıvranması da başka oluyor. Marş söylemek yasak, yemekler tiksindirici, kaba dayak alabildiğine, sürekli ceza uygulamalarıyla sevdikleriyle görüşme engellenmiş, cezalardan dolayı tahliye zamanı gelenler hala esir durumda… Ne denli anlatılsa eksik kalır.
Birey olmakla bencil olmak arasındaki ince çizgi silikleşti. Hakkını savunmak, özgürce ve dilediğince fikirlerini dile getirmek yerine, kendinden başkasını düşünmemek, olan bitene kayıtsız kalmak, ‘böyle gelmiş böyle gider’ demek ve dayatılan yaşantıya, bir takım rüşvetleri benimseyerek boyun eğmek arasında fark var. İnsan toplumsal bir varlık olmadıkça, bencilleştikçe başka bir şeye dönüyor; mahluklaşıyor!
Kitaplar yavaşça yok ediliyor, gazeteler yasaklı, en büyük sansür kişinin kendini durdurması, içimizde büyüyen korkunun esiri olmaya başlıyoruz hızla. Ama bir yerde renkli, eğlenceli, bol şamatalı bir yaşam kayıp gidiyor. Zindanlarda can verenler varmış, kime ne! Havanın giderek kurşun gibi ağırlaştığını göremeyenlerden söz ed,yorum, korkunç bir körlükten söz... Gözler açık ama göremiyor kişi, günün ortasında ama derin, uyuşmuş bir uyku içinde. Rüya sandığıysa, kabus!
(BirGün)