Rejimin rengi...

Türkiye gibi bir ülkede başlı başına 'tehlikeli' olan, 'güçlü adam'ın herkese ve her şeye öfkelenmesi

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, “Uludere’de ve Afyon’da ne oldu; öğrenmek hakkımız” deyince Başbakan’dan “ayarı” aldı. Önce bir güzel azarlandı, sonra “kendi işine bak” tepkisiyle karşılanarak “öğrenmek hakkı”nın olmayacağı kendisine bildirilmiş oldu.

Başbakan, epey bir süredir, asabi, hırçın, kırıcı görüntüler veriyor. Ne zaman konuşsa, birisi, bir kurum, hatta bazen bir ülke, konuşmasından nasibini alıyor. Yani, azarlanıyor.

Dünyada eleştiri sevene, eleştiriye bayılana rastlanmaz. Bu bakımdan, seçim yoluyla iktidara gelmiş ve siyaseten ayakta kalmak için seçmen nezdindeki imajına çok önem vermesi gereken bir kişinin de eleştiriden hoşlanması beklemek gerekmez. Sorun, Başbakan’ın eleştiriler karşısında öfkeye kapılmasında değil.

Nerede?

Türkiye’nin “en güçlü adamı”nın böyle yani her eleştiri karşısında öfkeli, hatta saldırgan, kırıcı bir üslup ve tavra sahip olması ve bunu sistemleştirmesi, “yönetimin hesap verebilirliği” (accountability) diye ifade edilen temel demokrasi ilkesinin berhava olması anlamına geliyor. Arkasına yüzde 50’lik bir oy yüzdesini almış olan herhangi bir siyasi lider ve kadro, “hesap verebilirliği” sadece gelecek seçim ve sandıktaki oy oranına endekslerse, rejimin yollarını “otokratik-totaliter güzergâh”ta döşemeye başlamış demektir.

Başbakan’ın bu hali ve tavrı sorunludur ve dahası tehlikelidir.

En tehlikesi de, otokratik-totaliter yapılarda görülebilecek bir şekilde Başbakan için kalemlerini sivriltmiş bir “eküri”nin ve medya organlarının oluşmuş olması. Başbakan’a yönelik herhangi bir eleştiri, Başbakan’ın uslubunu andıran şekilde anında karşı-saldırıya dönüşüyor.

“Kamu aydını” (public intellectual) özelliğinin ortadan kalkması ya da “piyasa”da sayılarının azalması ile “Sahibi’nin Sesi” adedinin artması ve “piyasayı kaplaması”, rejimin “rengi” açısından hayra alamet değildir. Bu “hal”in dışarıdan da görülmesi, üstelik Başbakan’a en ufak bir husumeti olmayan düşünce insanlarından gelmesi, önemli bir “uyarıcı” olmalı.

Walter Russell Mead’in “Turkey: Still Too Small, Still Too Threatened” (Türkiye: Hâlâ Çok Küçük, Hâlâ Çok Tehdit Altında) başlıklı makalesi bu konuda özel bir önem taşıyor. Walter Russell Mead ismi, Başbakan’ın kendisine karşı “operasyon”un aracılığından yaptığından kuşkulandığı Wall Street Journal (WSJ) ile hiçbir şekilde uyuşmuyor. Walter Russell Mead, ABD’nin önde gelen siyasal bilimcilerinden ve uluslararası ilişkiler uzmanlarından. Tarihçi olarak nitelenmesi de mümkün; Amerikan dış politika tarihi konusunda en yetkin kitapları yazdı. Walter Russell Mead’i Başbakan’ın gazabının hedefi olan Cumhuriyetçi eğilimli WSJ’den temel farkı Demokrat olması ve ateşli bir Obama yandaşı olarak bilinmesi. “Hâlâ Çok Küçük, Hâlâ Çok Tehdit Altında” diye söz ettiği Türkiye ile ilgili yazısı aslında Tayyip Erdoğan değerlendirmesi.

Tayyip Erdoğan ile ABD’nin Birinci Dünya Savaşı dönemindeki başkanı Woodrow Wilson arasında benzerlikler kurulan yazı, her iki liderin parlak dönemlerine ayrı ayrı yer verdikten sonra “Erdoğan, hâlâ, Wilson’a biraz benzemeye devam ediyor, ama benzediği Versailles sonrasında keskin bir düşüşte olan Wilson...” sözcükleriyle, başlığına sinmiş olan “ironi”yi sürdürüyor.

Wilson, ABD tarihinin ilk akademisyen başkanı idi. Princeton Üniversitesi’nin rektörlük binasından Beyaz Saray’a gelmişti. Savaş karşıtıydı ve Avrupa diplomasisinden nefret ediyordu. ABD, kıtasının dışına çıkarak, bir dünya savaşına onun başkanlık döneminde girdi. Wilson, nefret ettiği Avrupa diplomasisinin ta merkezine sürüklenmekle kalmadı, ikinci başkanlık dönemini kendi ülkesinde iktidarı çok zayıflayarak sürdürdü.

“Türk Başbakanı Recep Erdoğan, bir yıl önce beş aşağı beş yukarı Woodrow Wilson’a benziyordu. Ortadoğu’da gittiği her yerde büyük kalabalıklar onu selamlıyordu. Tıpkı Wilson gibi bir siyasi hareketi içinde bulunduğu boşluktan alıp ülkesinde siyasi iktidara taşımıştı. Tıpkı Wilson gibi, taraftarları muhafazakâr dini ve ilerici toplumsal görüşlerin bir karışımından oluşuyordu. Tıpkı Wilson gibi, en önem verdiği yerlerde dünya politikasını tekrardan biçimleyecek iktidar ve görüşlere sahip olduğu izlenimini verdiği vakit, olaylar onu büyük uluslararası itibar konumuna yönlendirmişti” diye giriyor yazısına Walter Russell Mead.

Peki “tıpkı Wilson gibi” bir “iniş” gözüküyor mu Erdoğan’da?

“Ortadoğu’da İslami demokrasinin yürüyüşünü yönetme rüyası bozulmuş ve yıpranmış görünüyor. Libya, Suriye, Mısır; bunların hiçbir Türk diplomasisinin ya da Türkiye’nin önderliğinin başarısı olarak görünmüyorlar ve Suriye, Türkiye’nin kendi iç istikrarını tehdit edecek tam anlamıyla bir felaket” diye yazdığına göre, Walter Russell Mead’in gözünde Tayyip Erdoğan’ın durumu öyle gözüküyor.

Devam ediyor:

“Kürtlerle uzlaşmak konusundaki tüm umutlar artık kayboldu; Erdoğan, kendisini giderek, bu yerinde duramayan, huzursuz (ve nüfus patlaması taşıyan) azınlığa karşı geçmişteki Kemalist savaşların tutuk adımlarının izinde gitmeye indirgedi...

Devlet kimliğini Kemalist ideolojiden Sünni dindarlığa kaydırmak, içlerinde İstanbul merkezli iş dünyasının imtiyazlarına ve gücüne meydan okuyan yeni dalga girişimcilerin de yer aldığı Anadolu Türklerinin çoğunluğu ile yeni tür bir ilişki kurmasında Erdoğan’a yardımcı oldu. Ama bu kayışın olumsuz bir yanı da var; Kürtler, bir umut döneminden sonra, Türkiye’deki bu yeni düzeni, eskisinin bir devamı olarak görüyorlar. Ve, Türkiye’nin büyük bir dini azınlığı (herhalde nüfusun yüzde 25’i) Aleviler, birçoklarının görmekte olduğu, geçmişte onlara zulmetmiş olan devlet ile bir dini gelenek arasındaki ilişkinin yeniden ortaya çıkışını görmekten hoşlanmıyorlar. Suriye meselesi işleri daha da kötüleştirdi. Türk Alevileri, Suriye’deki Arap Alevilerinden farklı olmakla birlikte, aralarında bir sempati mevcut.

Bu arada, uluslararası durum zorlu gözüküyor. Komşularla ilişkiler kötü; İran, Irak, Rusya ve Suriye, Türkiye’ye iki yıl öncesine oranla daha hasmane konumdalar. Yeniden aktif bir Rusya, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs ile ilişkilerini geliştirir ve Akdeniz’de yeni meydan okumalar yaratırken, Türkiye’nin Amerika ve İsrail ile ilişkileri zayıfladı. Ekonomi bile yavaşladı; bölgedeki devrimler ve Avrupa’daki resesyon ortamında, Türkiye, tek başına gidemez...

Türkiye, bütün bu sorunlar çözülsün istiyor ve oynayacak önemli bir rolü var, ama Türkiye, gerekli ve yeterli olanı kendi başına yapamaz. Osmanlı günlerinde olduğu gibi, Türkiye’nin karmaşık bölgesel portföyünü hale yola sokmak için müttefiklere ihtiyacı var. Ve, tıpkı Osmanlı günlerinde olduğu gibi, iyi müttefikleri bulabilmek hem zor ve hem de her zaman bir fatura çıkartıyorlar.”

Bu yazılanlar geçerliyse, Tayyip Erdoğan’ın asabiyetinin, belki de tam da bu nedenlerden kaynaklanıyor: Güç kaybı ve güçsüzleşmeye başlıyor olmanın idrakının yol açtığı hiddet. Türkiye gibi bir ülkede, Türkiye şartlarında, Türkiye’nin bulunduğu bölgede, “tehlikeli” olan da başlıbaşına bu: “Güçlü adam”ın herkese ve her şeye öfkelenmesi.

Çünkü, öyle bir durum, giderek, rejimin “rengi”ni değiştirir...

(Radikal gazetesinden alınmıştır)